Canavarın soluğu
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Diyarbakır’da
patlayan o bomba, çok önceden patlamıştı. Soma’da yaşanan maden faciası dahil,
bütün katliamlar, gerçekte çok önceden gerçekleşmişti. Öldürülen her kadın, her
çocuk, her eşcinsel, her işçi, aslında çok önceden öldürülmüştü... Sağ
iktidarlarla toplumu çürütecek tohumlar, askeri darbelerle çok önceden atılmıştı.
Görünmez, kana
doymayan bir canavarla yaşıyoruz. Şehrin görünen ve görünmeyen sokaklarında
dolaşırken, üzerimden geçen bulutların yarattığı gölgelerin arasında, canavarın
izleri de görünürleşiyor. Bu topraklarda her şey bir hayat memat meselesi bu
yüzden. Oy verirken, alışveriş yaparken, bir şeye itiraz ederken, askerlik
yapar ya da okul sıralarında hayaller kurarken, o canavarın buz gibi soluğunu
hissederek yaşamaya öyle alıştırıldık ki... Filmlerde kötü ruhlar nasıl
insanların bedenlerine girip istemedikleri şeyleri yaptırıyorlarsa, bu canavarın
da öyle yetenekleri var. Peki nasıl olup da giriyor insanın içine, bir çocuğun
kafasına gaz fişeğini nasıl olup da attırabiliyor, bozuk bir asansöre işçileri
bindirterek nasıl ölüme yollayabiliyor? Varoluşunun sorumluluğunu itaat ederek
bir güce devretmiş, aklını “ana akım” kolektif akla teslim etmiş, ruhunu canavara
kaptırmış birinin “kendilik nefreti” yetiyor mu, bunları yapmasına.
Metis’ten çıkan “Farklı
dünyaları Düşünmek” seçkisinde Ranciére, bu canavarın kitleyle ilişkisini tarif
etmiş: “Canavar potansiyel düşmanlarının
arzu ve yeteneklerini pençesinde sımsıkı tutarken, bir yandan da onlara en
değerli metayı, en uygun fiyatla sunmaktadır –yani, sonsuz bir olanaklılıklar
alanı olan kendi hayatlarıyla deney yapma fırsatını. Böylece canavar herkese
sadece istediği şeyi sunuyormuş gibi görünür: Ahmaklar için televizyonda
realite-şovlar vardır, maaşlı işleri giderek sanatsal performansa benzer bir
hal alan zeki tiplere ise entelektüel ve ilişkisel kapasitelerini artırarak
kendilerini değerli kılmaları”na yönelik fırsatlar sunuyor.
İnsanın hayatıyla
deney yapmasının bir yönü, kendi bedeninin, duygularının ve zihninin
sınırlarını genişletme çabasıyla ilgili. Böyle söyleyince, kulağa hoş geliyor,
pek çok TV dizisinde ve filmde, genleriyle oynanmış ya da makineleşmiş insanların
sınırlarını aşması işlenir oldu çokça. Ama bu çaba, “yapma becerisini”, “varolma
becerisi”nden daha önemli bir hale getirdi. Artık yazar olarak varolmak değil
mesele, kursa gidip yazma becerisine sahip olmak yeterli. Seks yapmak, siyaset
yapmak, her şey öncelikle bir beceri işi. Seçim sloganları arasında da vardı,
“onlar konuşur biz yaparız...” Ama bu yüzden insanlar “varolma yoksunluğu”ndan,
yani içeride büyüyen o boşluktan bir türlü kurtulamıyor ve sonu gelmeyen bir
deney alanına dönüştürüyorlar hayatlarını. O boşluklara, “ana akım” kolektif
aklın yerleşmesi ve canavarın isteğine uygun düşünülmesi de kaçınılmaz oluyor
böylece; ekonomik kriz ve bölünme korkusu, sosyal hakların kısıtlanmasının rasyonelliği,
güçlü liderlere emanet edilen gelecek...
Ranciére, “ana
akım”ın karşısına “özgürlükçü kolektif aklı” koyuyor ki, önce Gezi’de tanık
olduğumuz, sonrasında HDP’ye seçim barajını aştıran da bu kolektif akıldı.
Sokaklarda bu ara çok sık duyduğum “Birleşe birleşe kazanacağız” sloganı,
canavarın uykularını kaçırıyor olmalı. Ama siyasetten sanata hâkimiyetini
sürdüren, Gezi’nin itibarsızlaştırdığı “ana akım” kolektif akılla
hesaplaşmadan, canavarın yok edilmesi mümkün değil. Benim endişem, oluşan
iyimserlik içinde “ana akım”ın kendisini yeniden güçlendirme ihtimali, aşılan
barajın bir mutabakat iklimi yaratıp bizlere yeniden çerçevelenmiş bir “tek
dünya” sunması. Bugüne kadar seçim barajlarıyla, yasaklar ve sansürlerle
sıkıştırıldığımız bu “tek dünya”dan çıkmışken, çatlakları sıvamak isteyecek
olan “ana akım” kolektif akla karşı, herkesin ortak kapasitesini devreye
sokacak bir siyaseti öne çıkarmak gerekiyor. Gezi’de olan şey buydu, HDP’nin
seçim barajını aşarken izlediği yol da...
Ne zaman
yazmaya başlasam, kafamın içindeki deniz kenarındaki o kulübede buluyorum
kendimi. Yazmak, yalnızlığın kaybolduğu o dipteki yalnızlığa ulaşma çabası
belki de... O kulübenin penceresinden denize bakarken, Turgut Uyar’ın
dizelerini hatırlıyorum: “Ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara
umutsuzluğa
/ Bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum
/ Bir balığın
ağzını anıyorum durup dururken
/ Serinliyorum”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 10 Haziran 2015)