Aşk mümkün
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Zamanda bir kırılma olacak ve
dünyada yaşayan herkes zamanın bir yerine dağılacak, birileri kendini 40’larda
bulacak örneğin, ya da 16. yy’da ceplerinde telefon arayacaklar çaresizce. Daha
önce okudukları romanların yazarları henüz doğmamış olacak, gittikleri alışveriş
merkezlerinin yerlerinde ise ağaçların arasına saklanmış yırtıcı hayvanlar
bekleyecek belki de onları, kaçarlarken korsanların ellerine düşecekler, daha
önce hiç görmedikleri balıklar ve kuşlarla karşılaşacaklar, kim bilir… Peki
şaşırırlar mı? Sanmıyorum. Toplumsal ilişkiler kırılmalarla dolu ve kimse artık
kendi zamanını yaşayamıyormuş gibi geliyor bana. Dünya da aynı hızda dönmüyor
bu yüzden. Mevsimlik işçileri taşıyan kamyonetin kaza yapması, dünyanın hızını yavaşlatmış
olmalı, Suriye’de yaşayanlar içinse çoktan durmuş...
Nerde okuduğumu hatırlamıyorum,
belki de okumadım; insan eğer şaşırmıyorsa hiçbir şeye, sevgisizliğe alışmıştır
artık. Sevmezsen, şaşırmazsın da… Şaşırmıyorsan da, biyolojik bir makine olarak
işlevini yerine getirmek için yaşıyorsundur. André Breton, belli aralıklarla
okuya okuya eskitemediğim “Nadja” adlı romanında, ressam Giorgio de Chirico’dan
bahseder: “Chirico teslim etmiştir ki, nesnelerin belli bir düzeni karşısında
şaşırdığı (ilk şaşıran da kendisidir zaten) zaman resim yapabilmektedir ve
kendisi için vahyin gizemi şu sözcükte saklıdır: Şaşırmışlık.”
Büyü bozuculara inat, sanatın
“şaşırtma”yı başardığı sürece var olacağını düşünürken, bir kitapçının
vitrinine bakıyordum, yan yana dizilmiş romanların çoğu birbirine benziyordu,
sinemaya giderken de aynı duyguyu yaşıyordum, tüketilmiş ilginçlikler… “Farklı
Dünyaları Düşünmek” adlı Metis seçkisinde Bernard Stiegler, çağdaş sanatla
ilgili yazısında, eğer artık kimse hiçbir şeye inanmıyor ve şaşırmıyorsa,
kişinin kendi hayatını bir sanat eserine çevirmesi, yani kendisine inanması
gerektiğini ama bu durumun da sevgisizliğe ve kaçınılmaz bir biçimde radikal bir
inançsızlığa neden olduğunu yazmıştı.
Belki de bu yüzden, insanları
sevmediğini söyleyen insanlara çok sık rastlar olmuştum son zamanlarda.
Hayvanları daha çok sevdiklerini söylüyorlardı, çünkü onların doğallığından,
dürüstlüğünden kuşku duymuyorlardı. Radikalleşmiş dinî yapılar da, radikal inançsızlığın
bir başka boyutu gibi geliyordu bana; gözlerini kırpmadan bu kadar kolay cana
kıyılabiliyorlarsa… Ölümden yana bir sevgi olabilir miydi? Stiegler,
sevgisizliğin dünyanın büyüsünün bozulma sürecinde devreye girdiğini yazmış,
yaşam tarzlarının giderek kullanma kılavuzları hâlini alması ve denetim
toplumunun oluşmasıyla…
Belki de büyü bozuculuk devreye
girdiği içindir ki, Roland Barthes, “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”da, toplumun
bütün yasa çiğnemelere koyduğu ahlaksal verginin bugün tutkuyu cinsellikten
daha fazla cezalandırdığını yazmıştı. Birisinin cinsellikle ilgili “korkunç
sorunları” olmasını herkes anlar ama duygusallığıyla ilgili sorunlarına kimse
ilgi göstermez. Aşkın, duygusalı cinselin yerine koyduğu için müstehcen
olduğunu düşünür Barthes ve şöyle der: “Gelmeyen bir telefon yüzünden ciddi
ciddi intihar etmeyi tasarladığım zaman, Sade’ın bir yapıtında papanın bir
erkek hindinin ırzına geçmesi kadar büyük bir müstehcenlik çıkar ortaya. Ama
duygusal müstehcenlik bu ölçüde garip değildir, onu daha iğrenç kılan da budur;
‘dünyada hâlâ açlıktan ölen bunca insan varken, bunca halk canını dişine takıp
kurtuluşu için savaşırken, vb.” ötekisi uzak bir havaya girdi diye yıkılan bir
özne kadar uygunsuz bir şey yoktur.” Barthes, bu uygunsuz âşığı, “duygusal koca
bebeği”, Bataille gibi yazarların umursamayacağını yazarak, bir eleştiride de
bulunur aslında.
Aşkına karşılık bulamadığı için
çatıya çıkan bir devrimci görmüştüm, üniversitede öğrenciyken. Herkesin şaşırdığını
ve onun adına utandığını hatırlıyorum. Dünyada bu kadar sorun varken, sırası
mıydı şimdi? Belki de dünyadaki sorunların en önemlisiydi sevgisizlik;
sevgisizlikten ölmek, neden açlıktan ölmekten daha önemsiz olsun. İnsanüstü
kişiler olmaya adanmanın, sevgisizlikle bir ilişkisi yok muydu hiç?
Turgut Uyar’ın dizeleri düşüyor
aklıma birden, “Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır/ Sonbahar geldi hüzün/ Kış
geldi kara hüzün/ Ey en akıllı kişisi dünyanın/ Bazan yaz ortasında gündüzün/
sevgim acıyor/ Kimi sevsem/ Kim beni sevse…”
Şairin dediği gibi, sevgilerin
acımaması, mutluluğun kolayca bölüşülür evrensel bir şey olması,
başkaldırılarla mümkün olur ancak. Başkaldıran insanların yüzlerindeki o tuhaf
gülümsemenin sırrı…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Temmuz 2015)