Pişen umut
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Demokratik
anayasayı ortadan kaldırmaya kalkışan kişiye karşı, başka çareler olanaklı
değilse, bütün Almanların direnme hakkı yazılıymış Almanya’daki anayasada.
İtalya’daki anayasaya konmak istenen madde ise şöyleymiş: “Kamu güçleri,
Anayasa’nın güvence altına aldığı temel özgürlükleri ve hakları ihlal
ettiğinde, baskıya direnme yurttaşın hakkı ve ödevidir.” Agamben’in “İstisna
Hali” kitabında bu yasal direnme hakkına, “Direniş Hukuku” deniliyor. İç
Güvenlik Yasası, devletin savaş ya da siyasal düzenin tehlikede olması gibi durumlarda
hukuku askıya almasını istisna olmaktan çıkarıp süreklileştirdiği için, “Direniş
Hukuku”nun da gündeme gelmesi gerekmez mi? Siyaset, hukukla şiddet arasındaki
bağı kesen eylem olarak değil de, hukukla müzakere etmek olarak anlaşıldığı sürece,
“Direniş Hukuku”nun gündeme gelmesi de, saf bir adaletin hayalini kurmak da
mümkün olmasa gerek. Daha birkaç gün evvel, sosyal medyaya erişim
engellendiğinde kimse şaşırmamıştı. Zirve Katliamı’nı yapanlar dahil, katiller
birer birer bırakılırken de... İç Güvenlik Yasası’nın yokluğunda yapılanlar
düşünülünce, iş cinayetlerinin arttığı bir zamanda, 1 Mayıs’ta neler olacak kim
bilir?
Paul
Ricoeur, Hitler’in yükselişini, Weimar Cumhuriyeti’nde demokrasinin çoğulcu bir
siyasi anlayışa indirgenmesi yüzünden totalitarizme direnecek bütün güçlerin
azar azar ortadan kaldırılmasına, “Direniş Hukuku”nun yokluğuna ve bu yoklukta
gelişen kitle-insanlığın akılsız kurnazlığına bağlıyordu, “Eleştiri ve İnanç”
kitabında. Ricoeur, kötülüğün tıpkı Kafka’nın “Dava” ve “Şato” romanlarında
tarif ettiği gibi daima gelişerek saldırdığını, çok sayıda evreden geçerek
tırmandığını da söylüyor ki, akla “kaynayan
kurbağa sendromu”nu getiriyor bu evreler. Şimdi kaçıncı evredeyiz? Belki de
çoktan piştik...
Balıkçılar
kahvesinde, yağmurun cama çarpışını izlerken, Carlos Fuentes’in “Diana” adlı
romanındaki kahramanlarından birisinin sözleri vardı aklımda: “Ayrıca herkes,
her geçen gün daha çok korkuyor, yalnızca şiddet olaylarından değil, olayların
gerisindekilerden. Bu yüzden, bir takım gizli çıkarlara hizmet etmemek için
kimseye yardım etmiyorlar.” İktidarın yaratmak istediği siyasi atmosfer, tam da
böyle bir şey ve bu siyasi atmosfere muhalifler de katkı sunabiliyor. Seçimler
yaklaştıkça ekonomiden medyaya “tehlike söylemleri”ne daha çok yer verileceği
ve güvensizliğin komplo teorileriyle daha da yaygınlaştırılacağı kesin.
Fuentes, kendi ülkesi için, bıçak darbeleriyle dikilen ve ölümden arta
kalanlarca yaşatılan bir yer olduğunu söylerken, sanki yaşadığımız bu ülkeyi tarif
ediyordu. Bıçak darbelerinin açtığı yaralar kapanmamış, hatta yeni yaralar
açılırken, “tehlike söylemleri”nin her zaman revaçta olacağı kesin. İçinde bulunduğumuz
tencere kaynadıkça, ortak aklın buharlaşması, duygulardan fikirlere her şeyin
aşırılaşması kaçınılmaz. Bu aşırılıklar içinde, dengede durarak fikirler
üretmekten başka da bir çare yok.
Yağmurun
cama çarpışını izlemenin bana verdiği hazza kaydı düşüncelerim sonra, içime
çöken karamsarlıktan kaçıp. Sijón’un “Mavi Tilki” romanında vardı, evrenin
şiirlerden yapıldığı bilgisi. Eğer gerçekten şiirlerden yapılma bir evrende
yaşadığımıza inanırsak, başka bir zamanı tasavvur ve hayal ederek sorunların
çözümünü de bulurmuşuz gibi geldi o an. Ama nasıl balıklar suyun dışına
çıkamadıkları için suyun bilgisinden yoksunlarsa, şiirlerden yapılma bu evren
de bizim için öyleydi. Edip Cansever, “sonra bir kır kahvesi kendini okurken /
masaları toplanmış, bardakları toplanmış / tam kendini okurken / derim ki bir
semti iyi tanımak kadar / iyi tanımalı dünyayı” diye yazmamıştı boşuna. Şiirlerden
yapılma bu evreni tanımak, aşkla yaşadıkça mümkün olsa gerek, kendinden daha
çok severek dünyayı...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Nisan 2015)