Üşüyen ruhlar
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
İçim dışım karanlık… Yaz ortasında sıcaktan
boğulurken üşüyorum. Öyle büyük bir acı ki, estetize etmeye çalışan her söz, o
acıya ihanet etmeden söylenemez gibi geliyor bana. Suruç'taki katliamdan sonra,
ne söylense, ne yazılsa boş… Katliamda yaralanan Loren’in dediği gibi, “Onlarca
gencin kanları, parçalanmış bedenleri yüzümüze, üstümüze geldi. Şu an hastanede
yatıyorum, vücudumda yanıklar var, kulaklarım duymuyor, telefonlarınızı
mesajlarınızı cevaplayamıyorum. İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın.”
Onun bu sözlerini okuyup da yüreği içine akmayan varsa, bütün bu olup biten
karşısında… Kendimi avutmak, umut oyunu oynamak, hesabı sorulacak retoriği
yapmak istemiyorum. Başımı ellerimin arasına alıp ağlamak ağlamak ağlamak,
sonra haykırmak haykırmak haykırmak… Ne kadar ağlayabilir, ne kadar
haykırabilirim ki?.. Bu topraklarda her yeri acıyla örtüyorlar... Marguerite
Duras’ın “Acı”da yazdığı gibi “kafamda nesnesiz altüst oluşlar, ne olduğu belirsiz
kopmalar, kan ve çığlık…” Düşünceye yer bırakmıyorlar…
İnsanı en çok çıldırtan, bu ülkedeki bütün
cinayetlerin, katliamların hep göz göre göre gelmesi. Hrant Dink öldürüldüğünde
de, Sivas Katliamı olduğunda da… Soma’daki maden faciasında işçiler faciayı
bekliyor, müfettişler madene girmeden raporlar yazıyor, sarı sendikacılar en
modern maden diye açıklamalar yapıyor, maden sahibi çok ucuza kömür çıkarmakla
övünen röportajlar veriyordu gazetelere. Ve olan oldu, göz göre göre… Diyarbakır
Mitingi’nde patlayan bombadan sonra, Suruç’taki katliama da kimse şaşırmadı. İnsan
hakları örgütleri, siyasi partiler, gazeteciler, defalarca IŞİD canilerinin
korunup kollandığını, sınırdan ellerini kollarını sallayarak geçtiklerini
söylemiş, fotoğraflarla, belgelerle ispatlamışlardı. Hrant Dink’le ilgili
istihbarat raporları nasıl sümen altı edildiyse, Sivas Katliamı’nda, Roboski’de,
Gezi’de yaşananlar ve soruşturmalar, bütün bu iş cinayetleri…
Şimdi protesto ediyor, kınıyor,
lanetliyoruz. Bir süre sonra başka bir yerde daha bomba patlayacak, IŞİD
canileri çocukları katletmeye, tecavüzlere devam edecek, yine kollanıp
korunacaklar, gazeteler DAEŞ’ten daha tehlikeli diye başka hedefler
gösterecekler, televizyonlarda komplo teorileriyle akıllar bulandırılmaya devam
edilecek.
Devletin bütün kurumları ve yasalar,
derinlemesine bir reform sürecinden geçmeden, suç işleyen ve suça göz yuman
bütün yetkililer, memurlar, politikacılar yargılanmadan, bu göz göre göre
yaşanan cinayet ve katliamlar sona erebilir mi? Daha 12 Eyül’ü bile
yargılayamamış, hatta 12 Eylül’ün yasaları ve kurumlarıyla yaşamaya alışmış bir
ülkede…
Nurdan Gürbilek, “Sessizin Payı”nda,
Adorno’nun Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözünü tartışıyordu.
Adorno’nun bu sözü söylerken, demokrasinin vahşeti teknik arızaya
indirgemesine, ölüm kamplarını uygarlığın ilerlemesinde nahoş bir kazaymış gibi
geçiştirmesine, kültürün hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebileceği
varsayımına karşı çıktığını yazmıştı. Mesele, zengin bir felsefi-estetik-bilimsel
birikimin ortasında, insanların akşam Goethe okuyup gündüz ölüm kamplarında işbaşı
yaptığı bir kültürün sorgulanmamasıydı. Bir yanlış yok muydu bu uygarlığın,
kültürün kendisinde? Takvimdeki her güne birden fazla katliamın düştüğü bu
topraklarda sorun gerçekten sadece IŞİD mi? IŞİD’i doğuran karanlığı ve
devletin bu denetimsiz varlığını sorgulamadan hiçbir sonuca varılamayacağı o
kadar belli ki…
İçi cerahat dolu yaralarımızı temizlemeden
üstünkörü sarıp sarmalamamız, o yaraları daha beter yaptı, yeni yaralar açtı. Suruç’taki
katliamı neyle sarıp sarmalayacağız, hangi ağıt böyle bir katliamı sarmaya
yeter? Böylesine bir acı damarlarımızda dolaşırken, bu katliamı anlamanın,
kavramanın, çözmenin yollarını nasıl bulacağız? Marguerite Duras’ın yazdığı
gibi, yok başka çaremiz… Anlamaktan ve çözüm düşünmekten başka bir çaremiz yok.
Düşüncenin mutlak acısı, mutlak iyilikten ayrı değil. Bunları yazarken, uzaktan
bir ambulansın siren sesini duyuyorum… Daha önce hiç bu kadar hüzünlü
gelmemişti o ses. Bu dünyadaki her an mevcut olan o başka dünyanın varlığını
hissetmek yetmiyor artık. Suruç’ta gençler o dünya için öldüler… Çocuklar için
oyuncaklar vardı çantalarında. Acının içinde düşünmeyi öğrenmek gerekiyor,
ruhumuzu çekip almalarına izin vermeden…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Temmuz 2015)