Kardaki izler
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Karın şehri beyaz bir örtüyle kaplar gibi
yağışını izlerken, sessiz uzlaşıların geleceğin üzerini nasıl örttüğünü
düşünüyordum. Kendilerine verilen gerçekliği “miş gibi” yaşamak zorunda kalan
insanların, acımasız ve kurnaz bir iktidara boyun eğişlerindeki çaresizliği…
Walter Benjamin, “Tek Yön” adlı kitabında, “garip bir zıtlık” dediği şeye
dikkat çekiyordu, şaşkınlık içinde: “bu toplum –ki her bireyi gözünü sadece
kendi zavallı esenliğine dikmiş- hayvansı bir bilinçsizlikle, ama hayvanlardaki
bilinçsiz bilgiden de yoksun, kör bir kitle olarak her türlü, hatta en göze
görünür tehlikenin bile kucağına düşüyor; ve bireysel hedeflerin farklılığı
bunları belirleyen güçlerin özdeşliği karşısında anlamsız kaçıyor.”
Seçimler yaklaşırken, parlamenter
demokrasinin yetersizliğini bile tartışamazken, insanların bilinçsiz bilgiden
bile mahrum bir şekilde, sözde kendi bireysel çıkarlarını düşünerek “acımasızlık
ve kurnazlıkta” birleşmiş olanların iktidarıyla uzlaşılarını sürdürme ihtimali,
fena halde can sıkıcı. Walter Benjamin, “toplumun alışılmış, ama bu arada
çoktan kaybedilmiş olan hayata bağlanışı”yla ilgili umutlu değildi. “Zekâyı
kullanmanın insana özgü türü olan ileriyi görme yetisi”nin bile, bu bağlanış
yüzünden saf dışı kalması, ahmaklığı toplumsal yaşamda hâkim kılıyor derken, sadece
yaşadığı dönemdeki toplumu tarif etmiyordu.
Hayata bağlanışın kaybedilmesi, Vaneigem’in
bahsettiği, aşağılanmaların ve saldırgan tutumların mübadelesinden oluşan
“gündelik hayatın ekonomisi”ni yaratıyor ki, mikroplardan değil, daha çok stresten
kaynaklanan hastalıklarla ölüyor artık insanlar. Toplu taşıma araçlarına ite
kaka binmek zorunda kalan, bürolara, fabrikalara kapatılan kalabalığın içinde
insanların hayata bağlanışının tükenmesi kaçınılmaz. Ama hayata bağlanmayı, yine
kalabalıkların içinde, bürolarda, fabrikalarda, yani koptuğu yerlerde aramak
gerekiyor.
Vaneigem, “Gençler İçin Hayat Bilgisi”nde,
“kıskançlık”tan bahseder uzun uzun. Ama kıskançlık dediği şey, aslında Melanie
Klein’ın “Haset ve Şükran” adlı kitabındaki “haset” tanımına uyuyor daha çok.
Walter Benjamin’in yakındığı, insanlardaki “ileriyi görme yetisinin” kaybını ya
da toplumun göz göre göre tehlikenin kucağına gidişini Vaneigem, “haset”le
açıklıyor: “Dünyanın harabeye dönüşmesini, sahteliği, parçalanmayı görmemizi
engelleyen yanılsama nedir? Kendimi mutlu sanmam olabilir mi? Pek değil! Böyle
bir inanç, ne öfke patlamalarına, ne de çözümlemeye direnebilir. Tersine,
olumsuzun dolayımıyla bize katlanılabilir bir varoluş duygusu veren şey, bizim
için bitmek tükenmek bilmeyen bir çekememezlik ve kıskançlık kaynağı olan
başkalarının mutluluğuna inançtır. Kıskanıyorum, öyleyse varım.” Gerçekte,
haset edilecek öyle bir mutluluk da yoktur. Hem, Melanie Klein’ın dediği gibi,
haset, insanın kendi mutsuzluğundan ve değersizlik duygusundan kaynaklanır. Tüm
o akışkan aşklar, kumdan kalelere benzeyen sahte benlikler, ahlakçı
ahlaksızlıklar, muhafazakârlığı yayan korkuyla sarmaş dolaş hasetle koparıyor
hayatın bağlarını.
Peki ya, mutluluk?... İmkânsız mı böyle bir
hayatta, “miş gibi” yaşamaya zorlanırken? Walter Benjamin’in mutluluk tanımı,
bence her şeye çare: “Mutlu olmak demek, ürküntü duymadan kendinin farkına
varabilmektir.” Ne mal mülk, ne şan şöhret, ne iktidar güç, ürkmeden kendinin
farkına varabiliyorsan yağan karı izlerken, mutlusundur… Hayatla bağ, insanın
kendisiyle kurduğu bağla korunur; edebiyat ve sanat, o bağ olmazsa kurur…
Gözlerimi kapattığımda, kar, içime
yağıyordu; başka bir hayatın mümkün olduğunu bilmenin huzuruyla…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Şubat 2015)