Sözcüklerden çelenk
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Önce Günter
Grass’ı, ardından Eduardo Galeano’yu kaybettiğimizi öğrendiğim gün, gecenin bir
yarısı evden çıkıp balıkçılar kahvesine gittim. İçim daralmıştı, deniz havası
solumak, soluduğum o havayla hafiflemek istiyordum. Kimseler yoktu kahvede,
tanımadığım birkaç balıkçı... Galeano’yu hiç görmemiştim, karşılıklı çay
içmişliğim yoktu, ama bir ayağı edebiyatta, bir ayağı sokakta gazete yazıları
yazan bir ustam olarak her zaman yanımdaydı. Bu kahvehanenin müdavimi gibiydi,
koltuğumun altında kitapları. Bu köşede de ondan sıkça bahsetmiştim. Mesela
şöyle demişti bana 2008’deki bir yazımda: “İnsan bir iletişim ve diğerleriyle
buluşma ihtiyacından yazar; kendisine acı vereni açıklamak ve mutluluk vereni
paylaşmak için. İnsan, kendi yalnızlığına ve başkalarının yalnızlığına karşı
yazar. İnsan, aslında talihiyle ya da talihsizliğiyle kendisini özdeş
hissettiği yeryüzünün kötü beslenenleri, kötü uyuyanları, isyancıları ve hor
görülenleri için yazar ve bunların çoğunluğu da okuma bilmez. Bilen azınlık
arasında, kaçı kitap için para ayırır? İnsanın kitle denilen bu kullanışlı
soyutlama için yazdığını savunarak bu çelişki çözülür mü?”
Bu çelişki,
yazarken onunla birlikte hep düşündüğüm bir şeydi, hayata çıplak gözlerle
bakarak yazmanın önemini hatırlarken de... Çünkü insan, sadece etten ve
kemikten değil, sözcüklerden de yapılmıştı ve bir gazete yazarı bunu her zaman
aklında tutmalıydı. “İnsan hayatının yirmi dört saatinde, bütün felsefelerden
çok daha fazla gerçek vardır” diyen Vaneigem’i doğrularcasına, gündelik hayatta
görmezden gelinen gerçekleri bulup çıkarmanın yöntemini öğretmişti
yazdıklarıyla. Gündelik hayatın yüzeyselleşmesinin gazeteleri de
yüzeyselleştirme tehlikesi taşıdığını, bundan ancak edebiyatla kurtulunacağını
düşünüyordu; gazetecilik, şiir ve öykü gibi edebiyatın bir türü olarak ele
alınmalıydı, gerçekten daha edebi, edebiyattan daha gerçek yazabilmek için.
2011’deki bir
yazımda da, Galeano’nun bir “gizli madde” yazarı olduğundan bahsetmiştim: “Gazete
yazarlığı, gündelik hayata dair uçucu, gevşek şeylerin kaydını tutmak bir
bakıma. Ama o uçucu şeyler, gerçekte sanıldığı kadar uçucu da olmayabiliyor.
Tanık olduğum şeylerin düşüncelerimin arasına sızmasından ve kalemimden dökülen
sözcüklere yön vermesinden hiç rahatsız olmadım bugüne kadar. Galeano gibi
hayata çıplak gözlerle bakarak, Sandor Marai gibi insanları ve olayları
birbirlerine bağlayan o ‘gizli madde’yi analiz edebilme istenciyle huzursuz bir
ruh olarak dolaşıp durdum sokakların ve kitapların arasında. Çünkü biliyordum
ki, o gizli maddeyi analiz yeteneğinden yoksunsa bir gazete yazarı, tanık
olduğu her şey, birbirinin tekrarı, anlamsız, kopuk ve boş gelecektir. Boşlukta
yüzecektir kâğıdın üzerindeki sözcükler... Yazdıkça sözcüklerin ağır ağır
kararmasına engel olamayacağı gibi, kişisel buhranlara prim veren
gevezeliklerle, kıskançlık ve haset kokan sataşmalarla, güç elde edebilme
arzusuyla dolu yalakalıklarla yazılan her sözcük, bir lanete dönüşecektir
zamanla. Onu, sonsuza kadar çıkamayacağı tarihin lanetliler çukuruna düşüren
sözcükler…”
Galeano, bir
gizli madde yazarıydı; duyulmayan sesleri duymaya çalışan, insanlığın kayıp
anılarının, tarihinin izini süren. Çok korkunç şeyler olan bu hayatta, güzel
şeylerin de olduğunu ve o güzelliklerin çoğalabileceğini, bütün bu
adaletsizlikler karşısında şiirsel adaletin peşine düşmenin gerekliliğini
anlatmıştı hep. İşte bu yüzden, Galeano gibi yazarların aramaktan yılmadığı o
derin anlamı, üzerimize boca edilen anlamsızlıklar içine bulup çıkarma arzusu
bile, yaşamak ve mücadele etmek için güzel bir sebep. İnsan sadece etten ve
kemikten değil, sözcüklerden de yapıldığı için, Günter Grass ve Galeano gibi
yazarların her zaman yaşayacağını bilerek, herkesin bir gün “–mış gibi”
yapmadan, hayata çıplak gözlerle bakacağı günlerin özlemi ve Didem Madak’ın “Herkes
çıkarsın kalbini / O çirkin mücevher kutusundan / Ve herkes onu birbirine
fırlatsın Tanrım!” duasıyla...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Nisan 2015)