Sen nasılsın?
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Pencereden, balkondan, vapurun
güvertesinden, köprüden, damdan, her yerden düşüyoruz, sonra ayağa kalkmaya
çalışıyor, yine düşüyoruz. Bu ülke düşmeye çok alışmış, dizleri parçalanmadan
yürüyemiyor, her yerinden kanıyor, kanıyoruz. Seçimler sanki hiç yapılmadı,
barış süreci sanki hiç olmadı, açılımlarla yatıp kalkarken her yerden her
şekilde kapatılıyormuşuz meğerse, şehirlere, sokaklara, evlere, içimize…
Açık konuşmalı, daha açık, çünkü
anlamıyoruz. “Nereye doğru gidiyoruz?” diye soruyor sokakta gördüğüm herkes,
“Ne planlıyorlar?” diye devamı geliyor sonra, çünkü planlı geliyor herkese bu
olup bitenler. Tıkır tıkır işlemiyor ama plan; ellerindeki medya
güvenilirliğini yitirmiş, senaryo eski, kurgu zayıf, oyuncular acemi. Ama
inanan yine inanıyor, söylenen her şeye, bir kere inanmaya görsün insan. Nasıl
olup da gözlerinin önünde olup biteni hâlâ inkâr edebildiklerini düşünüyorum.
Hava çok sıcak, bunaltıcı şeyler düşünmeye
izin vermeyecek kadar bunaltıcı. Klima ya da rüzgâr aramıyorum hiç, kendimi
tamamen sıcak havaya teslim etmek istiyorum. Bazen acıyla baş etmenin en iyi
yolu, acıya teslim olmaktır. Suruç Katliamı, o kadar canımı yaktı ki, o acıya
direndikçe, nasıl böyle bir şey olur dedikçe, daha beter bir acı yerleşiyordu
içime. Acının içinde düşünüp yazarken, toplama kampından sağ kurtulup,
söyleyeceğini söyledikten sonra intihar eden yazarlardan Jean Améry’nin “Suç ve
Kefaretin Ötesinde” adlı kitabında buldum kendimi.
Améry, o kadar farkındaydı ki her şeyin.
Öyle zor şeyler yaşamış ve öyle çok şey öğrenmişti ki hayattan… Önceki yazımda
bahsettiğim “acının içinde, acıyla birlikte düşünme”nin dersini veriyordu
âdeta. Toplama kampındaki entelektüellerle sıradan insanları karşılaştırdığı
yazısını okuduktan sonra, bizdeki asıl sorunun ne olduğu, daha bir açıklık
kazandı gözümde. İçine hapsedildiğimiz bu toplama kampına benzeyen hayata
bakıp, mantıklı bir sistem görmeye çalışmaktan vazgeçemiyorduk bir türlü.
Gerçekte olan, tarih boyunca varlığını sürdüren insani bir mantıktı sadece.
Suriye’de olan şey, Vietnam’da olanlardan daha korkunç değildi ya da Roma
İmparatorluğu’nun insanları tahtalara çivileyip korkuluk gibi diktiği ölüm
tarlalarından, Osmanlı’nın ceset dolu kuyularından…
Günümüz insanının yaşanan dehşet karşısında
olup bitene inanama hâli, Améry’nin bahsettiği toplama kampındaki
entelektüellerin durumuna benziyor: “Entelektüel insan akla hayale sığmayan
durumları, entelektüel olmayanların yaptıkları gibi, verili birer olgu olarak
rahatça kabullenemiyordu. Gündelik gerçekliğin tezahürlerini sorgulamaya
yönelik uzun temrinler, kamp gerçekliğine kolayca razı olmasını engelliyordu,
çünkü bu gerçeklik onun şimdiye dek mümkün gördüğü ve bir insandan beklenilir
bulduğu şeylerle çok kaba bir biçimde karşıtlık ilişkisi içindeydi.”
Bu yüzden, sokakta tanık olduğumuz polis
şiddeti karşısında fazlasıyla şaşırıyor, bir insanın canlı bomba olmasını
aklımız bir türlü almıyor, alamıyordu. Nasıl bu kadar saf olabiliyorduk ki?
Okuduğumuz kitaplar, izlediğimiz filmler, kitap ve film olarak kaldığı için mi?
İnkâr etmeyi bir kere öğrenip rahatına alışıldığı için mi?
Améry, entelektüel olmayanların SS
subayları önünde daha zinde esas duruşa geçmelerine rağmen, sistematik
kaytarıcılıkları ve maharetli hırsızlıklarıyla, düşünceli arkadaşlarına göre
mahvedicilerine karşı daha etkili mücadele verdiklerini söylüyordu. Bunu,
entelektüellerin iktidara karşı beslediği, tarihsel ve sosyolojik etmenlerle
açıklanabilecek derin bir saygıya bağlasa da, yaptığı şey, entelektüel
düşmanlığı değil, eleştirisiydi. Bu eleştiriyi kendimize karşı yapmadan ve
kafamızın içindeki o sahte dünyaları terk etmeden, ne yaşadığımız aşk gerçek
bir aşk olacak, ne de hayat… Vaneigem, “insanın hayatının yirmi dört saatinde,
bütün felsefelerden çok daha fazla gerçek vardır” derken de bunu kastediyordu
aslında.
Hava çok sıcak olsa da bunaltıcı değil
artık… Acılı gülümsemeyi öğrenmek gibi…
Turgut Uyar’ın denizden, demli çaylardan bahsedip, “Ben iyiyim bunlar da
iyi şeyler sen nasılsın” demesi gibi…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 29 Temmuz 2015)