Göçebe akımlar
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Gök gürlüyor,
sabaha karşı iri yağmur taneleri de dökülmeye başladı. “Seçim sonuçları gibi
bir yağmur” diyor balıkçılardan biri, “nefes aldırıyor biraz...” Ciğerimiz yana
yana Gezi’de soluduğumuz havayı düşünüyorum ben de... Soluduğumuz o hava,
özgüven depolamış, her şeye karşı duyarlılığı arttırmıştı. O günlerde her şey
gibi aşk da başkaydı, sıradanlığın içinde eriyip kaybolmadığından, toplumu
karşısına almak zorunda kalmadığından, insanlar acıtıcı yalnızlığa boyun eğmek
zorunda kalmadığından belki. Öyle bir kıstırılmışlık içinde yaşıyoruz ki,
neredeyse haset etmeden yaşadığını hissedemeyen bir yığının içinde debelenmek,
hayatı yorucu bir şeye dönüştürüyor ister istemez.
Yaşamak için bir
yandan dünyaya uyum göstermeye çalışıp, bir yandan da geleceği dönüştürmek için
hayaller kurmak arasındaki çelişki yüzünden, nefes almak uzamı genişletmiyor,
ciğerleri dolduruyor sadece. Vaneigem’in yazdığı gibi, bu çelişkiden kurtulmak
isteyenlere iki seçenek bırakılıyor: “Ya pata-psişik dinsel parti ve
mezheplerin lazımlık iskemlesi ya da Umour ile birlikte derhal ölüm.” Koalisyon
tartışmaları, lazımlık beğenme meselesine dönüştü bile, ortada onca işlenmiş
ağır insanlık suçu varken... Katillerin hesap vermeksizin ecelleriyle ölüp gitmesine
alışmanın, bu tuhaf uzlaşma havasına bir katkısı var elbette. Aman saçılmasın
şimdi ortalığa pislikler, kaçmasın huzurumuz, böyle yaşayıp gidiyoruz işte,
dünyaya uyum sağlayarak... Bir şeyler devam etsin yeter. Ama kadın cinayetleri,
iş cinayetleri de devam ediyor, her şeyle uyum içinde.
Her tür
ahlaksızlığı yapıp ahlak abidesi gibi dolanan politikacıların, vicdan sıkıntısı
duymayışlarındaki “uyum”un korkunçluğunu, Walter Benjamin, “Tek Yön” adlı
kitabında pek güzel anlatır. “Bir insan geleneksel olana karşı ne kadar düşmanca
bir tavır alıyorsa” özel hayatında da kendisine o kadar büyük bir acımasızlıkla
yaklaşır diyor Benjamin ve tutucu politikacıların da geleneklerle uyumunun
göstermelik olduğunun altını çiziyor: “Oysa kendini zümresinin ya da halkının
en eski gelenekleriyle uyum içinde gören adam, özel hayatında ara sıra inadına,
kamu hayatında hoşgörü göstermeksizin savunduğu ilkelere ters davranır ve en
ufak bir vicdan sıkıntısı duymadan, bu davranışını gizliden gizliye, kendi
savunduğu ilkelerin sarsılmaz yetkesine en tutarlı bir örnek olarak över.
Böylece ayrılır birbirinden anarşist-sosyalist ve tutucu politikacı tipleri.”
Benjamin’in
“kalemini ilhama karşı duyarsız kıl, o zaman mıknatıs gücüyle çekecektir
kendisine ilhamı” dediği gibi, ne zaman kendimi umursamaz ya da umutsuz
hissetsem, birden hayatın beni kendisine çektiğine, başıma güzel dertler
açtığına tanık oluyorum. Bloch, “İzler”de yazmıştı: “Çünkü alışmışlık, medeni
hayatın tüm hücrelerine nüfuz etmiştir ve bu hayata da sadece bu sayede
katlanılabilir. Oysa durumdan tamamen ümit kesildiğinde, yani hayat tekdüzeleşmekten
de öte mahvedici bir hal aldığında, çok daha güçlü ve bizzat kendimizden
doğan bir panzehir oluşur.” Yaşanan çelişkiler ve umutsuzluk, belki de
panzeherini azar azar oluşturuyordur hayatın içinde. Kafka’ya göre hayat, nasıl
başkaları için temsil ettiği şeylerden farklıysa; Milena’nın dediği gibi para,
borsa, döviz, yazı makinesi, yani kısaca her şey Kafka için mistik şeylerse ve
kendisini öfkelendiren, tiksindiren şeyleri yabancı gözlerle inceleyip onların
karşısında kahkaha atabiliyorsa, panzehiri oluşturacak şey de, bize sunulanın
dışından hayata bakabilmek olsa gerek. Yani hayatı bir plan hâline getiren her
şeye karşı çıkarak, edebiyatı ve hayatı, yalnızlığın, suçluluğun, mahrem
mutsuzlukların dışına sürükleyecek göçebe akımların izini sürerek...
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 24 Haziran 2015)