Diplerdeki yasa
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Bu aralar, yazdığım bir yazı yüzünden
savaşla, soykırımla, sürgünlükle ilgili kitaplar okuyorum sürekli.
Okuduklarımın etkisi ve yaptığım çalışmanın sınırlı vakti yüzünden, günlerdir az uykuyla idare ediyorum;
bu yazıyı da uykusuz bir gecenin sabahında yazabildim. İşin kötüsü, birkaç
saatlik uyku aralarındaki rüyalarımda da ya sınırı geçerken silahlı adamlar ve
köpekler çeviriyordu etrafımı, ya da sonsuz gibi gözüken bir çölün ortasında
hangi yöne gideceğimi bilemeden aç susuz yürüyordum.
Bütün bu okumalar, yazmalar ve rüyalardan
sonra, aklımı meşgul eden soru, “Neden hiçbir şey değişmiyor?” oldu.
Değişiyordu bir şeyler elbette, ama bugün de on binlerce insan evlerini
barklarını bırakıp belirsizlik ve tehlikelerle dolu yolculuklara çıkmak zorunda
bırakılıyordu ve sonra onlardan birisi sağ kalmayı başarıp Taksim’de ya da
Kadıköy’de sırtında çocuğu, yanınıza gelip ekmek parası dileniyordu sizden.
Bazılarınız şefkatle yaklaşıyor belki onlara, bazılarınız da tiksintiyle ya da
korkuyla, başımıza bela olduklarını da düşünüyor olabilirsiniz… Tüm bunlar
yaşanırken, hiçbir şey olmuyormuş gibi de hayat devam ediyor bir yandan, hep
devam etti. Roboski’den de, Soma’dan da sonra devam etti; milyonlarca insanın
öldüğü dünya savaşlarından sonra da devam etti ve tüm bu acıların müsebbibi
fikirler, oluşlar da… Ama işin tuhafı, umut da devam etti, ezilenlerin arasında
direnmekten vazgeçmeyenler de oldu hep, çok büyük acıları göze alarak, sonunda
somut bir şey kazanamasalar da…
Çekilen bu acıları düşünürken, aklıma
yıllar evvel yazdığım bir yazı geldi. Radikal İslamcı birisinin, üniversitede
öğrenciyken yanımıza gelip sorduğu bir sorudan bahsetmiştim o yazıda. Diyordu
ki, “Solcular kendilerini bekleyen bir cennete inanmadıkları halde, bir ödüle
kavuşmayacaklarını bile bile, nasıl olup da fikirleri uğruna bu kadar acıyı
göze alabiliyorlar?” Sorduğu bu soruyu o âna kadar düşünmemiştim hiç, diğerleri
ise uzun uzadıya bir şeyler anlatmışlardı; bir tür mahşer gününü andıran
devrimden, bir tür cennet hayalini andıran komünizmden, materyalizmin gerçekte
ne olduğundan vs… Bu soruya benim yanıtım ise, Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya Dair”
şiirinde bahsettiği yaşama duyulan koşulsuz bağlılık olmuştu: “Mesela, kolların
bağlı arkadan, sırtın duvarda, / yahut kocaman gözlüklerin, / beyaz gömleğinle
bir laboratuvarda / insanlar için ölebileceksin, / hem de yüzünü bile
görmediğin insanlar için, / hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, / hem de
en güzel en gerçek şeyin / yaşamak olduğunu bildiğin halde.” Çünkü bu sorunun
yanıtı, sadece ideolojilerle açıklanamazdı, aşkı ya da çocuğu için, hatta yaptığı
resim ya da bir avuç toprak için de canını verebilirdi, veriyordu insanlar.
Bu şiirin sonunda yer alan “yaşadım
diyebilmek için”, bana göre her şeyi açıklıyordu. Gılgamış’tan beri, edebiyat
da hep yaşama duyulan bu inanca işaret etmişti. Sandor Marai ise, her şeyi
yöneten bir “büyük yasa”dan bahsediyordu “Eszter’in Mirası” adlı romanında,
dünyanın da, aklın da kurallarından daha güçlü bir yasanın insanlara nasıl
boyun eğdirdiğini. Arzuların emrine amade olduğu bu “büyük yasa”, yeniden
yazılmalıydı belki de… Yaşanan acıların sürekli kendini tekrarlamasının önü
kesilemiyordu çünkü. Marguerite Duras’nın “Acı”sını yeniden okurken, daha çok
düşünür oldum bu “büyük yasa”yı. Bir insan mermiyle, hastalıkla, araba
kazasıyla ölebilir ama “açlıktan hayır, açlıktan ölünmez!” diye haykırıyordu
Duras; bir insanın sevgilisini ya da çocuğunu hayatta tutabilmek için canını
bile verecekken, bir parça ekmek veremeyişindeki çaresizliği anlatırken. Bana
yetmiyor artık, bulduğum gerekçeler, fikirler, şiirlerden dizeler, açlıktan
ölmeye devam ederken insanlar… “Büyük yasa”yı değiştirmenin yolu, belki de
Breton’un yöntemiyle mümkündür, “acının dibi”ne kadar giderek… Yaşama zahmetine
değecek olan umut, acının dibinden başka bir yerde olmasa gerek…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Şubat 2015)