Sargın umut
Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0
Yaşamı lanetlemeyi bırakmalı, havayla bile
kavga etmeyi. Bugün çok mu sıcak, çok mu yağmur yağdı? İnsanların geleceğe
güvenlerini yitirmesi ve hayatlarının âna sıkışıp kalmasıyla, bu
tahammülsüzlüklerin bir ilgisi olmalı. TV kumandasıyla kanal değiştirir gibi
havayı değiştiremeyeceğimize göre…
Sokak aralarına atılmış taburelere tünemiş
çayımızı içerken, sevgilimizle ucundan azıcık görünen bir deniz manzarasına
bakıp oraya hayaller iliştirebiliyorsak... Metrobüslerin tıkış pıkışlığında
pencereden bir an gözümüze bir bulut değdiğinde, kendimizi düşlere
kaptırabiliyor, yorgun argın işten döndüğümüzde sıcacık bir dost sohbeti ya da
sevdiğimizin omzumuza yaslanan başıyla her şeyi unutup gülümseyebiliyorsak, ne
mutlu... Böyle yaşamaya alıştığımız ve daha fazlasını istemiyoruz diye, üstümüze
gelmekten vazgeçmeyecekler elbette; biliyorlar çünkü, umudun kanatları bir kere
çarpmaya başlarsa neyin havalanacağını…
Bu yüzden, ucundan azıcık gördüğümüz o
deniz manzarasını kapatacak bir başka gökdelen daha dikecekler. O gökdelenin
inşaatından düşüp ölen işçileri göreceğiz sonra, deniz manzarası yerine.
Polisiyle askeriyle canları istediği zaman haksız da olsalar, taksitlendirip
kredi kartlarıyla köleleştirdikleri insanları tepelerken hem en özgürlükçü, hem
de en mağdur olacakları malum.
Havva Ana diye tanıdığımız Rabia Ana’yı
düşünüyorum da, hiç rahat yüzü görmüş müdür mesela? Sorsak Rabia Ana’ya, anlatmaz
neler çektiğini, kaderine yanmayı çoktan bırakmış; yaylaların, nehirlerin,
çocukların derdine düşmüş, çünkü biliyor, yaylalar, nehirler, çocuklar,
kendilerini savunamazlar...
John Berger, Van Gogh’dan bahseder
kitaplarından birinde. Van Gogh’un bir ağaç ya da mısır tarlasını boyarken
boyaları kullanışına bakıp tanrısal bir şey arayanlara, Van Gogh’un yaptığı
şeyin sadece dünyadaki enerjilerle uyum sağlamak olduğunu, çiçek açmış küçük
bir armut ağacını boyarken, özsuyun topraktan yapraklara yükseliş hareketine
kendi varlığını da kattığını, bir tomurcuğun oluşma, açılma hareketini taklit
ettiğini söyler. Van Gogh için o küçük armut ağacı neyse, Rabia Ana için de o
nehirler, yaylalar öyledir, varlığının bir parçası. Elinde değnek, onu
askerlerin ve dozerlerin karşısına çıkaran gücü, başka nasıl tarif edebiliriz
ki?
Walter Benjamin’in diyalektik imge
anlayışında olduğu gibi, bu dünyada her an mevcut olan başka bir dünyanın
varlığını hissetmemizin aşkla, sanatla, yaylalar ve nehirlerle bir ilgisi var. Başka
türlü katlanamazdık ne bu dünyaya, ne de kendimize…
Kafka, Benjamin’in bahsettiği “başka
bir dünya”ya dair şöyle yazmıştı günlüğüne: “Yaşamın görkeminin herkesin
çevresinde ve her zaman tüm zenginliğiyle hazır beklediği, ama üstü örtülü
olarak derinlerde, gözle görülmez, çok uzaklarda bulunduğu pekâlâ
düşünülebilir. Ne var ki, düşmanca, gönülsüz, sağır bir tutum içinde
değildir bu görkem; uygun bir sözcük ve uygun bir isimle çağrılmaya görsün,
gelmezlik yapmaz.”
Kafka’nın bahsettiği o görkemi
çağıracak uygun sözcüğü ararken Kadıköy’den rıhtıma inen bir sokakta, Turgut
Uyar’ın “Yılgın” şiirini mırıldanmaya başladım: “Bir sargın umut yakaladım onu
kuşandım
/ Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım
/ Denize doğru
sokaklar gördüm onları da kuşandım…” Aradığım sözcük, “sargın”dı, yani
tutkulu, candan, içten bir umut…
Yoğunluğunu yitirmiş ve
yüzeyselleşmiş hayatlar yaşandığı için, zaman hızlanmış gibi geçiyor, insanı
evrende yitik ve güçsüz bırakıyordu. Gelecek yoktu bu yüzden, anlara sıkışıp
kalmak, özgürlük sanılıyordu. Ancak, sargın bir umutla, hayata Rabia Ana’lar
gibi inanır, özsuyun topraktan küçük bir armut ağacının yapraklarına yükselişi
gibi kendi içimizden çıkıp dünyaya karışırsak…
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Temmuz 2015)