KÜSKÜN HALKLAR İSYANI

Posted: 23 Şubat 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Mali’de bir stadyumda vaaz veren imama dokunup şifa bulmak isteyenler birbirini ezmiş ve otuz altı kişi ölmüş. Mali’de insanların çaresizliğini anlatan bu akıl almaz olaya bakarak bile, Arap ülkelerindeki isyanların gücünü nereden aldığını görmek mümkün. Insanlar fena halde çaresiz ve bu çaresizliklerini önce kendilerini yakarak göstermiş, sonra da tankların, tüfeklerin üzerine yürüyerek yıkılmasına ihtimal verilmeyen Hüsnü Mübarek ya da Bin Ali gibi diktatörleri yıkmışlardı. Şimdi sıra Kaddafi ve diğerlerine geldi. Bu isyan dalgasının tüm dengeleri altüst edip, Ortadoğu’yu yeniden şekillendireceği kesin.

Diktatörlükler ve krallıklar yıkılınca şeriat mı gelecek? Daha baskıcı bir iktidar mı kurulacak? ABD’nin ve AB’nin kontrolünde yalancı demokrasiler mi kurulacak? Uzun yıllar sürecek olan bir kaos ortamı ve iç savaşlar dönemi mi yaşanacak? Bu seçeneklerin tümü, otuz yıldır halkına zulmeden ve onları çaresiz bırakanların sunduğu seçeneklerden daha kötü değil. Hatta Arap halklarının yeniden özgüvenlerini kazanmaları ve çaresizliklerinden sıyrılıp iradelerini ortaya koymaları gibi bir kazanç var ortada.

Michel Foucault’nun, İran devrimini desteklemesi, pek çok aydının tepkisini çekmişti o günlerde. Bu desteğin elbette sorunlu yanları da vardı. Mollaların, Şah’ı deviren komünistleri devre dışı bırakmasındaki acımasızlık ve yaptıkları katliam, unutulur ve affedilebilir gibi değildi çünkü.

Ama Foucault, o yılların İran’ını, küskün, hareketsiz duran, geçmişine geri çekilmiş bir halkın yaşadığı ülke olarak tanımlıyordu. Küskün ve hareketsiz kılınmış bir halkın, mollalardan medet umması, Mali’de imama dokunarak şifa bulmak isteyen insanların birbirini ezmesini andırıyor. Şifa bulmak için mollaların düzenine rıza gösteren İran halkı, geçen zaman içerisinde savaşlardan, baskılardan başını kaldıramadı bir türlü. Şimdi daha yeni yeni geri çekildikleri o karanlıktan sıyrılmaya uğraşıyorlar. Başlarını kaldırdıkları zaman, onları harekete geçirenin küskünlükler ve çaresizlikler olduğunu görmeyi inkar edenler, her taşın altında ABD ya da İsrail’i göstermek için çabalıyorlar. Farz edelim ki, ABD, İran’daki muhalif hareketleri kışkırtmış olsun. Eğer bu, bir halkın erkleşmesiyle sonuçlanacaksa, neden kötü bir şey olsun ki. Ama “Şah tecrübesini” yaşamış bir halkın, ABD’den medet ummasını beklemek de, akıl alır şey değil hani.

Türkiye’de de darbelerin ve siyasi sistemin askeri yapıyla göbek bağının varlığı, sürekli olarak halkı erksizleştirme mücadelesinin nedeni ve sonucu oldu her zaman. Bu ülkede ne zaman halk, geleceğe dair ümitle ve coşkuyla başını kaldırsa, askeri darbelerle erksizleştirilerek kendi karanlığına ve umutsuzluğuna hapsedildi. Bu baskı, öylesine sistemli ve acımasızdı ki, umursamaz ve küskün yığınlardan başka bir şey bırakmadı geriye. Son Kürt isyanının bilançosu da ortada. Türk Tabibleri Birliği, toplu mezar iddiaları için oluşturduğu heyetin çalışmalarını bir raporda toplayarak yayımladı geçenlerde. Raporda, Hakkari’den Tunceli’ye kadar olan bölgede yüzlerce toplu mezarın varlığından, 1469 kişiye ait kemik ve 114 toplu mezarın tespit edildiğinden, açılan 26 toplu mezarda da 171 kişinin kemiklerine rastlandığından bahsediliyor.

Askeri darbelerin neden olduğu küskünlük ve geri çekilmişlik, tıpkı bir zamanlar İran’da da olduğu gibi, dini tarikatların gücünü arttırdı kaçınılmaz olarak. Halkın bir kısmı, bu kokuşmuş düzeni, onlara dayatılan rejimden ayrı düşünemez oldu. Şimdi herkes aynı soruyu soruyor: Neden sağ partiler yoksulların oyunu alıyor? Neden muhafazakârlaşıyoruz? Tüm bu soruların yanıtını, halkı erksizleştirme faaliyetlerinde aramak gerekiyor.

Foucault, İran’a gittiği zaman, polisten kaçan bir muhalifle görüşüyor. Ona “niçin mücadele ediyorsunuz” diye soruyor Foucault. Muhalif lider, despotizmi ve kokuşmuşluğu hedef gösteriyor. “Yetersiz yönetilen bir ülkede modernleşmenin kokuşmuşluğa yol açmasının” doğal olduğundan bahseden Foucault’ya, muhalif liderin verdiği yanıt, “modernleşme, despotizm ve kokuşmuşluğun” birbirinden ayrı tutulamayacağı oluyor.

Modernleşmeye karşı gelişen bu tepki üzerinde pek fazla durmuyoruz. Halbuki sağ partiler, modernleşmeye karşı duyulan tepkilerden faydalanarak ya da o tepkileri saptırarak gücüne güç kattı bugüne kadar. Çünkü modernleşmenin eleştirisi yeterince yapılamadığı gibi, modernleşmenin kazanımları da halkın erkleşmesinden korkan iktidarların engeline takıldı. Halkın örgütlenmesinden, sendikalardan, üniversitelerden her zaman korkan bu iktidar sahipleri, sanata hiçbir zaman yeterince destek vermediği gibi, modernleşmeyi yerelleştirecek olan köy enstitülerini bile kısa bir süre sonra kapattı. Tüm kanallar kapatılınca, tarikat ve cemaatlere de yayılabilecekleri geniş bir alanı da açmış oldular. Iktidar sahipleri, böyle olmasını istememişlerdi belki. O kesimleri, her zaman kontrol altında tutabileceklerine inanmışlardı. Ama öyle olmadı. Şimdi, kendi yarattıkları sonuçlarla yüzleşiyorlar. Küstürdükleri halkların, nasıl olup da onların peşlerinden gitmediklerine şaşırmalarına şaşırmamak elde değil.

Aslında bizdeki küskün halkların, modernleşmeye tamamen sırtını dönmediği de bir gerçek. Modernleşmenin sağlıklı bir eleştirisine ise, hâlâ büyük ihtiyaç var. Foucault’nun dediği gibi “başkalarının yerine düşünmek için yalnız olmak yeter.” Ama bizim yalnızlıktan ve “başkalarının yerine düşünmekten” vazgeçip, karşılıklı düşünebilmek için birbirimize ihtiyaç duyduğumuzu anlamamız gerekiyor artık. Başka türlü, küskünlüklerle dolu bu tarih ve toplu mezarlarla dolu bu topraklarda, yeni umutlar yeşertemeyiz…


Bülent Usta (BirGün, 23 Şubat 2011)

CİDDİYET ŞAMPİYONLARI

Posted: 16 Şubat 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

Türkiye’de ulusalcılar ve muhafazakârlar arasındaki iktidar mücadelesinin düşünmeyi engelleyen iki kutuplu siyasi ikliminden edebiyat sayesinde uzaklaşıp, başka bir dünyanın olanaklarıyla meşgul olmayı daha çok arzuluyorum bu aralar.

Edebiyattan beklediğimiz şey, düşünmenin kendisinden beklediğimiz şeyle aynıdır aslında: Başka türlü yaşamamıza, düşünmemize, hissetmemize olanak vermesi. Yani düşünmek, yaptığımızdan başka bir şeyi yapabilmeyi olanaklı kılıyorsa anlamlıdır. Yapılan şeyleri meşru kılmak ya da başka bir şey yapmanın olanaksızlığını ispatlamak için düşünenler, edebiyattan ve sanattan haz etmezler genellikle.

Başbakan’ın, Cumartesi Anneleri’yle görüşmesinin bir seçim yatırımı olup olmadığına kafa yormak istemiyorum mesela. Hrant Dink öldürüldüğünde Rakel Dink’e verilen vaatleri gerçekleştirmeyenler, gözaltında kaybedilenleri araştıracak bağımsız bir araştırma komisyonu kurabilirler mi hiç?

Peki ya Süheyl Batum’un açıklamalarına ne demeli? Karşımızda Mısır gibi bir örnek varken, kâğıttan kaplanlardan medet uman birisine ne söylenebilir ki? Üstelik onun bu samimi fikirleri, Kültür Bakanı gibi, bütün eleştirilerden kolayca sıyrılıvermesinden daha şaşırtıcı değildi. Aslında sıyrılamadı ama öyle iyi sıyrılmış taklidi yaptı ki, siyasetteki acemiliğine havale edildi tüm samimiyeti. Siyasetçinin, gerçek niyeti ve arzusunu gizlemeyi bilen kişi olduğunu, eminim yakın zamanda mükemmel bir şekilde öğrenecektir.

Tutuklanan generallere gelince… Generallerin tutuklanabilme ihtimali, general olmayı ciddi bir iş haline getirdi artık. Generalleri ciddiye almanın, emekli oldukları zaman onları televizyonlara çıkartıp engin görüş ve deneyimlerinden faydalanmakla sınırlı olmamasını anlamakta zorlanıyorum bir parça. Bu ülkede tek ciddiye alınan kesimin solcular olduğunu sanırdım. Öyle ya, solcu olan birisi, her zaman işkence görebileceğini, tutuklanabileceğini, evinin günün her saatinde silahlı adamlarca basılabileceğini peşinen kabul etmek zorunda kalmıştır bu ülkede. Günün birinde, yolsuzluk yapanlar da ciddiye alınır mı bilmiyorum. Ama hiç kuşkunuz olmasın, ciddiye alınanların zirvesi, muhalif gazetecilere, yazarlara ve solculara ayrılmıştır her zaman. Bir tür ciddiyet şampiyonlarıdır onlar. Sadece modern edebiyatımızın kurucu öğeleri arasında yer alan Nâzım Hikmet’in ve Sabahattin Ali’nin başlarına gelenleri hayal etmeniz yeterli. Şiir yazmak, yolsuzluk yapmaktan, katliamlar düzenlemekten daha tehlikeli olagelmiştir bu topraklarda. Çocuğunun şiir yazmasına karşı çıkıp rüşvet alabileceği iş ve mesleklere teşvik eden ebeveynlerin kaygısı, rasyonel bir kaygı olarak kabul görür genellikle.

İktidar Tozu

Siyasetin bir sahneye, siyasetçilerin de samimi düşüncelerini gizleyen birer oyuncuya dönüşmesi yeni bir durum olmasa da, zaman zaman onların sahnede gözyaşı dökme krizine girmeleri, sergiledikleri oyunun inandırıcılığını yitirdiğini göstermiyor mu? Mısır’daki halk, kendilerini oyalamak için sahnelenen günü geçmiş oyunların tekrarlarından bıktığı için, seyretmeyi bırakıp sahneye çıkmıştı. Sadece Mısır halkının yaşadığı bu sahne deneyimi bile, ödedikleri tüm bedellere değer.

Tiyatrocuların, sahne tutkusunu anlatmak için “sahne tozu yutan bir daha iflah olmaz" diye bir tabiri vardır. Mısır halkı, artık sahne tozunu yutmuş bir halktır ve henüz yazılmamış o muhteşem eserlerini, günün birinde mutlaka sahneleyeceklerinden emin olabilirsiniz.

Ama günümüzün “yeni tür” insanları, kendileri için yazılmış “hazır oyunlar”ı sahnelemek istemiyorlar. Aydınlardan beklenen şey, başarısı test edilmiş ya da edilmemiş uyarlanmış oyunlar yazmaları değil. “Yeni tür” insanların umurunda değil, hazır reçeteler. Aydınlardan istenen şey, artık halkların yazacakları oyunların sahnelenmesi için kendi donanımlarına uygun teknik destek vermeleri ve bu oyunların kritiklerini yaparak, daha iyi oyunların sahnelenmesi için teşvik edici olmaları.

Bizde ise, aydınların çoğu halka değil de devlete, partilere, şirketlere akıl hocalığı yapmak gibi bir geleneğin sürdürücüsü konumundalar. Hatta bu akıl hocalığının onlara sağladığı faydalar yüzünden, aralarında ciddi bir rekabet de var. Köşe yazarları arasında bu rekabet, daha da belirginleşiyor. Yazdıkları gazetenin çizgisine uygun olarak hükümete ya da muhalafet partilerine inandırıcı olmaları konusunda telkinde bulunmaları, onların eksiklerini göstermek yerine, o eksikleri kapatmaya çalışmaları, “yeni tür” insanların gözünde onları alabildiğine ciddiyetsizleştiriyor. Nasıl sahne tozunu yutan bir daha iflah olmuyorsa, “iktidar tozu” yutanlar da iflah olmuyor anlaşılan. En iyisi tüm iktidarlardan uzak, yuttuğun toza dikkat ederek yaşayıp yazmak.

Pessoa’nın, Saadet Özen çeviriyle Can Yayınları’ndan çıkan “Huzurluğun Kitabı”ndaki sözlerini anımsıyorum da, “yeni tür”ün düşünmekten ve bu düşünmenin ürünü olan sanat ve siyasetten beklediği şey, daha bir netleşiyor zihnimde: “Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak.” Ancak bu sayede, yaptığımızdan başka bir şeyi yapmayı sürekli hale getirerek “yeni tür”ün başka bir dünya özlemiyle buluşabiliriz. Çünkü sanıldığının aksine, sahne sürekli hareket ediyor…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 16 Şubat 2011)

ÇATLAMIŞ FANUS

Posted: 10 Şubat 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Beyaz Türklerin prensi Ertuğrul Özkök’ün, Mısır’daki göstericilerin kılık kıyafetine bakıp onları aşağılayan köşe yazısını okuyarak kahkahalar atan kadın, Tony Gatlif’in filmlerindeki, hiçbir yere ve hiçbir şeye ait olmayan kadınları andırıyordu. Attığı o kahkahayı, cinsiyetçi, ırkçı, popülist tüm gazete yazılarına efekt olarak iliştirebilecek bir teknoloji olsaydı keşke. Bunu ona söylediğim zaman gülümseyerek “bir toplum nasıl değiştirilir, düşündün mü hiç?” diye sordu.

Antropolog ve edebiyatçı olarak, toplumun nasıl değiştiğine ve değiştirildiğine dair elbette bazı fikirlerim var. Hatta bu aralar Başak Kıcır çevirisiyle Sel Yayıncılık’tan çıkan Anthony Elliot ve Charles Lemert’in “Yeni Bireycilik” adlı kitabındaki bazı önemli saptamaları da paylaşabilirdim onunla. Ama fena halde başım ağrıyordu. Ağrı kesicilerin işe yaramadığı bu baş ağrısıyla yaşamaya alışsam da, şiddetlendiği zamanlarda sessizlik ilaç gibi geliyor. Kadın, sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi “Baş ağrısı mı? Hava almak için camı kırman gerek” dedi.

Benimle dalga geçtiğini düşündüm önce. Hangi camı kıracaktım? Camı kırmak ne anlama geliyordu?

Bir belediye otobüsünde karşılaştığım ve adını bile bilmediğim bu kadın, artık daha sık rastlar olduğum “yeni tür” insanlardan olsa gerek. Şaka yapmıyorum. Tıpkı yeni bir canlı türü gibi, yeni bir insan türü gözükmeye başladı. Devrimlerin, sanatın, felsefenin geçirdiği evrimle ortaya çıkan yeni bir tür… Daha çok küreselleşme karşıtı hareketlerde, hatta Tunus ve Mısır’da da karşımıza çıkabilen bu “yeni tür”ün, hastalanan dünyamızı iyileştireceğine ve tekrar dirilteceğine dair kehanetler zaten konuşuluyordu bir süredir. Şimdi bu kehanetlerin yavaş yavaş gerçekleştiğine tanık oluyoruz. Ama ne edebiyatta, ne de siyasette bu “yeni tür”ü keşfedenler, henüz çok az… Keşfedebilmeleri için, bir bataklık gibi onları kendi içlerine çeken “eski türler”e ait dillerden kurtulmaları gerekiyor.

Bu “yeni tür”ü, davranışlarındaki doğallıktan, özgünlükten, toplumsal duyarlılıklarını bireysel duyarlılıklarıyla örtüştürebilme kabiliyetlerinden, araştırmacı ve sorgulayıcı tavırlarından, neşeli ve gözüpek oluşlarından, temsiliyete inanmayışlarından tanımak mümkün. Ama bu “yeni tür”ün hayatta kalması, Deleuze ile Guattari’nin bahsettiği gibi, baskıcı modern kimliklerden “arzulayan göçebeler” olarak sıyrılmayı başarabilmelerine bağlı. Sıyrılamadıkları zaman, sanki bir fanusa kapatılmış gibi hissederler kendilerini. O fanusun camını, kafalarını vura vura kırmak isterler. Belki de kadın “camı kır” derken nefes almamı engelleyen o fanustan bahsediyordu. Camı kırarak kapatıldığım o fanusun içinden, televizyon izler gibi izlediğim hayata karışmamı istiyordu, kim bilir…

İçine hapsedildiğimiz fanus, renkli rüyalar gördürürerek, balık hafızalı bireylere dönüşmemize neden olur genellikle. O rüyalar sayesinde, bedenimizin, emeğimizin bize ait olduğunu sanırız. Ama bize ait olduğunu sandığımız şey, aslında bize gösterilen rüyalardan başka bir şey değildir. Neo-liberallere göre, her birey tercihlerinde özgürdür. Ama gününün büyük bir kısmını, karnını doyurmak için çalışmakla geçiren kişinin ne kadar özgür olabileceği sorusunu duymazlıktan gelirler. Yoksulluk, bir tür beceriksizlik, doğal bir felaket ya da lanet olarak gösterilir. Onlar için yardım geceleri düzenlenir, seçim zamanlarında oyları için sadakalar verilir. Devlet ve sermaye sahipleri, gösterişli aktivitelerle vicdanlarını toplumun gözünde aklama yarışına da girerler zaman zaman. Hayırsever işadamlarına verilen devlet nişanları, toplanamayan vergilerin nişanıdır bir bakıma. Eğer işçi ve memurlardan vergi alınırken gösterilen titizlik, sermaye sahiplerine karşı da gösterilebilse, işadamlarının hayırseverliğine kalır mıydı okul, hastane yapmak?

“Yeni tür” insanlar, hapsedildikleri fanusları kırıp, gerçek havayı soludukları, gerçek rüyalar gördükleri, hazzı ve acıyı aracısız yaşadıkları için, ne olup bittiğinin farkındadırlar her zaman. Çünkü “muhafazakâr tür” gibi, geleneklere sığınmayı düşünmezler hiç. Çünkü o sığınmanın, gelenekleri tehdit eden her tür değişimle savaşmak anlamına geldiğini ve o savaşın, arzulardan ve dolayısıyla hayattan tiksinmeye neden olup, insanın içine nefret tohumları ektiğini bilirler. Liberal tür gibi, dünyayı değiştirmek yerine, değişen dünyayla uyumlu olmak için kendilerini değiştirmeye çalışarak, benliklerini yapboz tahtasına çevirmeyi ya da “Mutlu Olmanın Yolları” gibi kitaplardan çare ummayı da anlamlı bulmazlar. “Yeni Bireycilik” adlı kitapta da yazdığı gibi, bu uyum çabasının, televizyonlarda kadınlar için “diyet yap, seksi giyin, saçını boyat ve yüzünü gerdir” propagandasıyla, insanın sadece iç dünyasını değil, bedenini de bir yapboz tahtasına dönüştürdüğünün gayet farkındadırlar.

Belediye otobüsünde gördüğüm o kadının, ne iç dünyasıyla, ne de bedeniyle bir sorunu vardı. Kendisini mutlak kimlikler içerisine hapsetmeyerek, bedenini ve ruhunu birbirinden ayırmaksızın hayatı doyasıya yaşadığı belli oluyordu tavırlarından. Bu “yeni tür”ün de sorunları var mutlaka. Ama araştıran ve sorgulayan yanlarının, yaşadıkları sorunlarla mücadele etme yöntemlerini de geliştirdiğini, yaşamın pek çok alanındaki direnç noktalarında görmek mümkün.

Bu “yeni tür”ün talep ettiği edebiyat, sanat, felsefe ve siyaset arasındaki ortak noktalar ve kesişmelerde, geleceğin haritasını da görebiliriz. O haritada, doğrusal tek bir çizgiye, mutlak herhangi bir şeye ya da egemen herhangi bir sınıra rastlamayacağımızdan eminim. Daha çok karnavalı andıran bir hayat vaat ediyor o harita. Bütün mesele, o haritaya bir nokta olabilmekte. O noktanın her an silinebilecek bir nokta olacağını bilerek…

O kadının kahkahası, içine hapsedildiğim fanusun camını çatlatmış olmalı ki, baş ağrımın yerini, baş dönmesi aldı… Temiz havanın yan etkileri…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 9 Şubat 2011)

SEVGİNİN İMA ETTİĞİ ŞEYLER

Posted: 3 Şubat 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Nobel Ödülü’nü almak için bile olsa Kahire’yi terk etmemiş olan Necip Mahfuz’un memleketi Mısır ayakta. Ortadoğu’da taşları yerinden oynatacak en büyük taş, zangır zangır sarsılıyor bir süredir, oynadı oynayacak... Tunus’tan getirilen ‘Game Over’ pankartı, Mısır’ın meydanlarını dolaşıyor bir yandan. ‘Game Over’, yaşanan isyanları özetleyen bir slogan: Oyun bitti. Yazıyı yazarken bir milyon kişi Tahrir Meydanı’nda toplanmaya başlamıştı bile. Açılmış pankartlardan birisinde “Amerika, Seviyorsan Hüsnü’yü Kabul Et” yazıyordu.

Tunus’un diktatörü Bin Ali gibi, Mübarek de tonlarca altınla kaçabilir her an. Sinemada, diktatörlerin her zaman İsviçre bankalarında gizli hesapları olduğu anlatılır durur. Wikileaks’in sızdırdığı belgelerde de buna benzer iddialar vardı. Ama Doğulu diktatörler, ‘yastık altı’ hesaplarından vazgeçmiyorlar anlaşılan. Tonlarca altını da yanlarında götürebiliyorlar. Otuz yıl halkına zulmeden Mübarek’in kaç ton altın ettiği de yakında belli olur.

Necip Mahfuz, 2006’da aramızdan ayrıldığında tek bir kuruş altın eksilmemişti hayattan. Kahire’yi sokak sokak yazan bu büyük yazara, kendi ülkesinde reva görülen muamele ise, Kör İmam olarak da bilinen köktendinci Ömer Abdülrahman’ın verdiği fetva ile bıçaklanıp sakat bırakılmak olmuştu. Sağ kolundaki sinirler hasar gördüğü için sadece sol eliyle tutunabilmişti edebiyata Necip Mahfuz. Köktendincilerin ona düşman olmasının nedeni, aslında bir süredir bu köşede dile getirdiğim ve bizim de ciddi bir meselemiz olan “muhafazakâr körlük”le alakalı. Çünkü Necip Mahfuz, tıpkı Dostoyevski gibi, siyasi tespitlerini romanlarında edebi ve felsefi bir düzlemde kaynaştırarak ‘karnavalesk’ bir üslup aracılığıyla özgürce tartışmış, çoksesli bir anlatımı benimsemişti. John Fowles’un yazdığı gibi “Mahfuz’un romanları, binlerce gazete makalesinin veya televizyon belgeselinin yapamayacağı tarzda, bir halkın psikolojisinin içine girme ayrıcalığını okurlarına sağlar.”

Hitkitap’tan Işıl Alatlı çevirisiyle çıkan ‘Kahire Üçlemesi’ni okumadan Mısır’ı ve Mısır halkını anlamak mümkün değil. Üstelik, ‘Saray Gezisi’, ‘Şevk Sarayı’ ve ‘Şeker Sokağı’ romanlarından oluşan bu üçlemeyi okurken, anlatılan karakterler ve olayların bu denli tanıdık oluşu da, Mısır’ın bize ne kadar benzer süreçlerden geçtiğinin bir kanıtı aslında. Mesela en büyük benzerlik, bizim edebiyatçılarımızın da temel meselelerinden birisi olan Doğu-Batı çatışması. Geleneksel olanla modern olanın kıyasıya mücadele içinde olduğu toplumsal bir yapı içerisinde, askeri darbeler, savaşlar ve yoksullukla köşeye sıkıştırılmış halk, köktendincilik tehlikesiyle karşı karşıyadır her zaman. Necip Mahfuz, bu üçleme aracılığıyla, Kahireli tüccar bir ailenin Birinci Dünya Savaşı yıllarından 1952'de gerçekleşen Nasır'ın askeri darbesine kadar yaşadığı süreci, üç kuşak boyunca çeşitli yönlerden irdeleyerek, Mısır'ın bu aile özelinde yaşadığı değişimi anlatır bir bakıma. Mesela Suzan adlı komünist bir genç kızla Kahire’nin sokaklarında karşılaşıp Sovyet edebiyatını konuşabilirsiniz, bombardıman başlamamışsa şayet. Burjuva bir yaşantısı olan Ahmet, Suzan’a “seni seviyorum” deyince, Suzan’ın karşılığı şu olur: “Sevgi dediğin şey mutluluğu, istikrarı ve hapishaneden nefret etmeyi ima etmez mi?”

Ahmet’le Suzan’ın sohbeti, Peygamber’le Karl Marx’ın aşk hayatlarını karşılaştırmaya kadar varıyor. Ama Suzan sözlerinde haklı. “Sevgililer Günü” yaklaşırken herkes sevgiden bahsediyor ama sevginin ima ettiği şeylerden bahsedildiğini duymuyoruz pek. Sadece alışverişe teşvik eden bir sevgiyle kuşatılıyoruz. “Sevgi”nin ima ettiği şeylerin tamamını ise, bugün Mısır’ın, Tunus’un sokaklarında bulmak mümkün. Ahmet’le Suzan, Tahrir Meydanı’nda Mübarek’in işkencecilerinden hesap sorarak daha güzel bir dünya için aşklarını yaşıyorlar muhtemelen.

Haber kanallarına nöbetleşe olarak çıkan strateji uzmanları, Mısır’daki olayları yorumlarken, bu olayların dış kaynaklı olduğu yönünde ortaklaşıyorlar. Ve hemen ardından ekliyorlar: “Şeriat tehlikesi var”. Çalıştıkları kurumların isimleri nedense hep 'SAM'la biten bu uzmanların her şeyin altında komplo arayan bakışaçısına gülümsemeden edemiyor insan. Televizyon kanalları dışında onları ciddiye alan var mı bilmiyorum ama, tüm isyanları ABD’ye ya da piyasa ekonomisinin unsurlarına maleden bu aklıevvellerin, devletlere ve şirketlere akıl hocalığı yapıyor olması iyi bir şey. Ama, halka değil de, iktidara ya da devlete akıl hocalığı yapma heveslisi bu kadar çok aydınımız varken, bu aklıevvel uzmanlara neden ihtiyaç duyulduğu, bir televizyonculuk sırrı ya da şakası olsa gerek.

Müslümanların yaşadığı her ülkede şeriat düzeninin kurulma ihtimali her zaman mevcut. Ama bu durum, faşist yönetimlerin işkenceyle ve baskıyla halkı kontrol etmesini meşrulaştıramaz. Üstelik o baskıcı yönetimler, insanları kendi hayatlarının seyircisi yaparak, korkulandan daha beter sonuçları yarattığını, kendi yaşadıklarımızdan biliyoruz. İsyanların kendilerini yakan insanlarla başlıyor olması da, Batılıların anlamakta zorlanacağı bir şey olsa gerek. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ordusu, antropolog Ruth Benedict’i “Japonların nasıl kamikazeye dönüştüklerini” araştırması için görevlendirmişti. İnsanların korkularından başka kaybedecek bir şeyleri olmadıklarını bedenleriyle anlattıkları bu eylemler, ‘sevgi’nin ima ettiği şeylerin karanlık bir yüzü olarak kitleler üzerinde basınç yaratabiliyor hâlâ... “Sevgi”nin ima ettiği şeyler, her zaman yumuşak sonuçlar yaratmıyor maalesef.

El Cezire televizyonundan Mısır’daki olayları izleyenlerin sabırsızlığı, maç izleyenlerin ruh halini andırıyor sanki. Her an bitiş düdüğü çalıp, kötü adam oyundan çıkarılacakmış gibi… Devrimlerin uzun soluklu yolculuklar olduğu unutuluyor hep. Halklar, kendi hayatlarına seyirci kalmaktan vazgeçtikleri zaman, Tahrir Meydanı ile Taksim Meydanı’nın birbirlerinden pek de uzak olmadığı görülecek. Ahmetler, Suzanlar, 'sevgi'nin ima ettiği şeylerle yürüyecekler o meydanlarda…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 2 Şubat 2011)