ÖLÜM ARTIK DOĞAL DEĞİL

Posted: 31 Mart 2010 Çarşamba by bülent usta in
0


Bu hafta bir yakınımı kaybettiğimden beri, ölümü düşünür oldum. Anadolu’da bir mezarlıkta, sırtımı dağa verip, gökyüzünden akıp giden bulutlara bakarken, tüm kayıplarım tıpkı bulutlar gibi geçip gitti gözümün önünden. Ölüm karşısında yaşanan çaresizlikti, insanın canını yakan asıl şey. İstanbul’a dönünce de, gazetemiz çalışanlarından Alp Can’ı kaybettiğimizi öğrendim.

Mezarlıkların şehirden uzaklığı dikkatinizi çekti mi hiç? Neden uzaktaydı ölülerimiz bizden? Eski mezarlıklar, yerleşim yerlerinin yakınlarında olurdu her zaman. Yani gündelik hayatın içindeydi, İstanbul’da olduğu gibi… Yeni mezarlıklar ise, artık şehirlerin, kasabaların dışına sürüldü. Bu durumu Foucault, ölümü “hastalık”la özdeşleştiren burjuva kültürüne bağlıyor. Yaşayanlara hastalık getirenin ölüler olduğu, yani ölülerin ölümü yaydığı algısı, mezarlıkları yerleşim yerlerinin dışına sürdü. Ölülerin ve ölümün artık, özel günlerde anımsanması isteniyordu. Tıpkı doğum gibi, ölüm de hastanelerin kapalı kapıları ardından gerçekleşen bir olaydı artık. Çünkü modernizm için, geçmiş ve gelecek değil, şimdiki zaman önemliydi. Ânı yaşamak, doğum ve ölüm döngüsünden kopmakla mümkün olabilirdi ancak. Bu kopuş, ölümden ve ölülerden duyulan korkuyu da arttırdı ister istemez. Zombi filmlerinde olduğu gibi, ölüme yakıştırılan şey, hastalık yayan mahlukatlardı çoğunlukla. Burjuvazi, ölümü bireyselleştirerek aile kabristanları şeklinde anıt yapıtlara dönüştürdü mezar anlayışını. Eski köy mezarlıklarını gezdiğinizde, mezarların yerini ağaçlara ya da kayalara bakarak bulurdunuz. Mezarların başında en fazla küçük bir işaret olurdu. Dini şahsiyetlere ait mezar ve türbelerin işlevi ise elbette çok farklıydı. Ölülerin bireyselliği yoktu o mezarlarda. Çünkü o ölülerin sahipleri, ölümden sonra da hayatın olduğuna inanıyorlardı. İnsanın bir ruha ve öldükten sonra tekrar dirileceğine dair kuşkulara sahip uygarlıkların, gösterişli mezarlar yapmaya önem vermiş olması da anlaşılabilir bir şeydi nihayetinde.

Nâzım Hikmet’in, bir köy mezarlığına gömülmek istemesi de, bu açıdan bakınca oldukça anlamlı. Ne diyordu “Vasiyet” adlı şiirinde: “Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni. / Hasan beyin vurdurduğu / ırgat Osman yatsın bir yanımda / ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp / kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.” Bir anıtı olsun istemiyordu Nâzım… Yine aynı şiirde yazdığı gibi “Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, / seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, / tarlalar orta malı, kanallarda su, / ne kuraklık, ne candarma korkusu.” Onun için, ölüm de yaşama dahil olmalıydı. Din bezirganlarının ya da gösteriş meraklısı burjuvaların ölüme yüklediği anlamlardan farklıydı, onun ölüme bakışı. O da, ölümden sonra hayata inanmıyordu. Yine aynı şiirde “Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz” diyordu ya, ölüleri çürüyen kara dallara benzeterek… Ama ölülerin sağırlığı, dilsizliği, onları yaşayanların söylediği türkülerden koparmıyordu. Çünkü onlar da söylemişlerdi o türküleri bir zamanlar. Onlar da sevmişti bir kadını ya da erkeği, onlar da yıldızlara bakıp hayret etmişti.

Yine Nâzım’ın bir başka şiirinde dediği gibi: “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, / Yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin, / Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, / Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / Yaşamak, yani ağır bastığından.”


Nâzım’ı anınca, içimdeki ölüm acısı biraz hafifledi. Ama ölümün yaşattığı o çaresizlik duygusu, kolay atlatılır bir şey de değil. Üstelik, “Gençler İçin Hayat Bilgisi” adlı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitabında Raoul Vaneigem'in dediği gibi, hayatımız “doğal olmayan ölümler”le çevriliyken… Kapitalizm, içimize ölüm tohumlarını saçarken, bir yandan da bize ölümü unutturmayı, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamamızı sağlayacak araçlar geliştirmeyi ihmal etmiyor. Kanserden AIDS’e, trafik kazalarından savaşlara, genetiğiyle oynanmış gıdalardan kötü çalışma koşullarına kadar, yaşamımızın her alanını, birbirden çeşitli ve ürkütücü “doğal olmayan” ölümlerle kuşatarak, hayatı bir ölüm labarotuvarına çeviriyor. Mesela, yaşadığımız bu ülkede sağlığa ayrılan bütçeyle militarizme ayrılan bütçeyi karşılaştırmak bile, devletlerin ve kapitalizmin ölüme mi, yoksa yaşama mı hizmet ettiğini gözler önüne serebilir. Körfez Savaşı’nın sponsorları arasında sadece silah şirketlerinin değil, ilaç şirketlerinin de bulunması da, bu oyunun bir parçası... Önce kazanç için hasta et, sonra da iyileştirerek… Bir tür ölüm makinesi olan kapitalizmin kurban ettiği kişiler de, hep belli aslında…

İnsanı isyan ettiren şey de, doğal olmayan bu ölümler. Tersanelerde, madenlerde göz göre göre yitirdiğimiz o gencecik hayatların acısı… Hrant gibi, Abdi İpekçi gibi, ölüme karşı hayatı savunanların acısı… Doğal olmayan ölümler… Aslında, ezilenler için, artık hiçbir ölüm doğal değil. İşte bu yüzden, ölümü unutmamız, ölümü bir hastalık ya da kader gibi algılamamız isteniyor. Ölümü yaşamlarımızdan uzak tutarak, sadece ânı yaşamaya ve hayatı tüketilen bir ürüne dönüştürmemiz arzulanıyor...

İşte bu yüzden, yaşamı, ölülerimizle birlikte savunabiliriz ancak… Onları unutmayarak, yaşamımızdan uzak tutmayarak… Ölümden korksak bile, Nâzım’ın dediği gibi, ona inanmayarak…

Bülent Usta (Birgün, 31 Mart 2010)

MUTSUZLUK ISIRMADAN...

Posted: 27 Mart 2010 Cumartesi by bülent usta in
0


“İyi uyudum, çünkü mutsuzluğum da uyudu,” diye yazan Michel Tournier gibi hissediyorum kendimi bu sabah. Mutsuzluğumu uyandırmamaya dikkat ederek yataktan kalkıp pencereden bahara baktım. Pencere açıktı ve içeri giren polenlerin beni hapşırmaya kışkırtan varlığı bile umurumda olmadı. Doğaya tutkun birisi olarak, polenlere karşı alerjimin olması büyük bir haksızlık diye kendi kendime söyleniyordum ki, mutsuzluğum, yatakta şöyle bir kıpırdandı. Hemen aklımdan çıkardım polenleri ve alerjimi…

Parmaklarımın ucuna basarak uzaklaştım yatak odasından. Tam dolu dolu bir bahar sevinci yaşarken, mutsuzluğumu peşime takmaya niyetim yoktu hiç. Cemal Süreya’yı anarak güzel bir kahvaltı hazırladım –hani “kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” diyordu ya Süreya… Kahvaltıyı hazırladıktan sonra, sevgilimi de uyandırdım öpücüklerle… “Aman” dedim ona, “yavaş hareket et. Gözlerini açarken, kirpiklerin birer birer aralansın sabaha...” Onun uyanışı, her şeyi tamamladı… Kuşlar havalandı balkondan…

İşte öyle çıktım evden bu sabah… Mutluluktan başım dönüyordu. Yürümek istedim, gözümü kamaştıran güneşin altında. Taşıtların egzos dumanına boğulan motor gürültüleri ya da kaldırıma tükürenler yoktu… Her sabah, önünden geçtiğim kışla, kocaman bir lunaparkı andırıyordu. Hastanenin tüm pencereleri açılmış, bomboş yatakhanelerden tatlı bir melodi yayılıyordu sokağa…

Bir köprünün başına gelmiştim. Trenler geçiyordu köprünün altından. Geçen trenlerden birisinin Haydarpaşa’dan Kars’a gittiğini hayal ettim. Diğeri Eskişehir’e gidiyor olmalıydı ve Ankara’ya giden trenin penceresinde gülen bir çocuğun yüzü parlıyordu. Geçip giden o trenlerin hepsinde, benden bir şeyler vardı. Çocukluğum, gençliğim, aşklarım, hayallerim…
Daha ne kadar sürdürebilirdim bu mutluluk ânını? İşe gidip gitmemeyi bile düşündüm. Yaptığım işi sevmesem, hemen çekip gidebilirdim bu şehirden. Mutsuzluğumun bana yetişemeyeceği uzaklıkta bir yer bulabilir miydim acaba? Sonra, gazeteye yazımı yetiştirmem gerektiği geldi aklıma. Mustafa Erden, bilgisayarının başında, yazımı bekliyor olmalıydı. Kitaplardan bahseden bir yazı yazmalıydım. Kitaplardan ve hayattan bahseden bir yazı… Hazır mutsuzluğum uyuyorken, yazımda mutluluktan bahsedebilir miydim acaba? Mutsuzluğumun kıskançlığından bunalmışken... Ona kalsa, baharlar da kış olmalıydı. Kendimi, sevgilisini aldatan biriymiş gibi duyumsadım bir an. Mutsuzluğumu yatakta bırakıp, mutluluğun kollarına koşan ben değil miydim?.. Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur” şiirine inat... Mutluluk, ideallerle tanımlanan, ele avuca gelmez, yalan ve yüzeysel bir şeymiş gibiydi bu topraklarda. Ne diyordu Aragon: “ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi”…

Mutsuzluğa yazgılı bir insan varlığı… Özellikle okuyup yazanların bir tür kaderi… Mutluluk için, bilmemek, görmemek, düşünmemek gerekiyor sanki. Bilerek, görerek, düşünerek de mutlu olunabilir miydi? İşte tam yazımı bitirip gazeteye yollayacaktım ki, mutsuzluğum içeri girdi. Derin bir suçluluk duygusuyla baktım onun varlığına… Gelip beni en hassas yerimden ısırmasını bekledim. O ise, ısırmaksızın belli bir mesafeden izlemeyi tercih etti. Acelesi yok gibiydi. Dönüp dolaşıp ona geleceğime inanan bir hali vardı. Hiç uyanmayacağı bir günün özlemini hissederek, eski bir dostumla vedalaşır gibi sarıldım ona. Kulağına “buraya kadarmış” derken, son kez de olsa ısıracağından o kadar emindim ki...

KATIKSIZ SANAT

Sanata dair iki biçimden bahseder Pierre Bourdieu: “Katıksız sanat” ve “ticari sanat”. 1999’da YKY tarafından Necmettin Kâmil Sevil çevirisiyle yayımlanan “Sanatın Kuralları” adlı kitabında, bu iki ayrımın Fransa’daki yayıncılık dünyasındaki karşılıklarını da Minuit Yayınları ile Robert Laffont Yayınevi olarak örnekler Bourdieu. Laffont, ticari yayınlara ağırlık verir ve 700 kişi çalıştırırken, Minuit ödünsüz bir yayıncılık anlayışı içerisinde faaliyet gösterip on kişi civarında kadrosuyla yayıncılık yapar. Ama bu rakamların 1970’lere ait olduğunu hatırlatmakta fayda var. 700 kişi çalıştıran bir yayınevi, masraflarını çıkartıp kâr elde edebilmek için, bestseller’lara ağırlık verir ve ortalama 50 bin civarında kitap satışı gerçekleştirirken, Minuit’in satış rakamları 500’ü nadiren geçer. Minuit’i yaşatan şey, Beckett’ın “Godot’yu Beklerken” adlı kitabı gibi, kendisine düzenli bir gelir sağlayan kitapları keşfedip yayımlamış olmasıdır. Bourdieu, “katıksız sanat” ile “ticari sanat”ın nasıl birbirlerine etkide bulunduğunu uzun uzun anlatıyor kitabında. Ama asıl aklıma takılan şey, neden bizim de bir Minuit efsanemiz yok. Türkiye’de pek çok küçük yayınevi, büyük yayınevi olma telaşı içinde davranıyor. Bir yayıncılık çizgisi yaratmak yerine, bestseller’lar keşfedip, o kitapların geliriyle ayakta kalmaya çabalıyor. Ama, yurtdışında bestseller olmuş bir kitabı Türkiye’de patlatmak için, ciddi bir reklam gelirine ihtiyaç olduğu kesin. O gelir olmadığına göre, arzu edilen o çıkış da bir türlü gerçekleşmiyor. Hatta Türkiye’nin büyük yayınevleri bile, bir deterjan firmasının ayırdığı reklam bütçesinin çok azına sahip olabiliyor. Peki Beckett, Türkiye’de yaşasaydı, hangi yayınevi ünlü olmayan bir Beckett’ın kitabını yayımlamaya cesaret ederdi? Bunun için Minuit’in ünlü editörlerinden Jérôme Lindon gibi şahsiyetlere ihtiyaç olduğu kesin. Norgunk Yayıncılık, Jean Echenoz adlı romancının, “Jérôme Lindon” adlı biyografik romanını yayımlayarak, bu şahsiyete bir yazarın gözünden bakma fırsatı sunmuştu. Inanılmaz bir romandı. Efsane bir editöre yakışan bir roman…

(Alain Robbe-Grillet, Claude Simon, Claude Mauriac, Jérôme Lindon, Robert Pinget, Samuel Beckett, Nathalie Sarraute, Claude Ollier

photo: Mario Dondero 1959)


“Katıksız sanat”, aslında eğitim düzeyiyle bağlantılı. Bourdieu de, eğitimin hakkını teslim ediyor bu konuda. Türkiye’de eğitim yoksulluğu, o eğitimin getirdiği vasatlığa uygun bir sanatı mümkün kılıyor. Her yazar-şairin, her eli kalem tutanın kendisini editör sandığı bir ortamda, her yazar da kendisini Beckett olarak görebilir pekâlâ…

Bülent Usta (Birgün, 24 Mart 2010)

FOTOĞRAF HAYATLAR

Posted: by bülent usta in
0


Herkes bir fotoğrafta yaşıyor aslında. Fotoğrafta yaşıyor derken, herkesin kendisini bir fotoğrafın içinde görmesinden bahsediyorum. Susan Sontag, “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında değinir bu meseleye. Kendimizi bir fotoğraftaymışız gibi görmeyi öğrenişimizden bahseder. Peki ya, içinde olduğumuz o fotoğraf, başkalarına nasıl gözükür? Güzel, çirkin, anlamlı, anlamsız…

Barthes’ın “Camera Lucida”da bahsettiği gibi, fotoğraf, özneyi nesneleştirir. Zaten bütün problem de, kimin özne, kimin nesne olduğu gerçekliğiyle alakalıdır. Her fotoğraf, bakan kişiye göre farklı anlamlar taşıdığı için, o fotoğraflara nasıl bakılması gerektiği, fotoğrafın kendisinden daha önemli bir hale gelebiliyor. Hrant’ın katiliyle aynı fotoğraf karesi içinde bulunmak için itişip kakışanların, başkalarının tiksintiyle baktığı o fotoğraflarda övünç içinde yaşayacak olmaları gibi. Ya da herkesin kafasında 1915 tehcirine ait başka bir fotoğrafın olması gibi... Aslında fotoğraf, aynı fotoğraf. Yerinden yurdundan, çeşitli nedenlerle sürgün edilenlerin dramı... Bu dramın kendisi başlı başına önemli bir meseleyken, o fotoğrafta nasıl göründüğümüz bizim için daha önemli olabiliyor.

Hayatın akıp giden bir şey olması, bir fotoğrafın içinde yaşıyor olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor aslında. Nedir o fotoğraf? Gördüğümüzü sandığımız şey, aslında baktığımız şeyden farklı olabilir mi? Bakışımızı, yaşadığımız kültür, içinde bulunduğumuz zaman, kişisel tarihimiz ve sahip olduğumuz ideoloji ne derece etkiler? Aslında “teori”nin Arapçası “nazariye”, bir ipucu veriyor. Nazariyenin kökeni “nazar”dan, yani “bakış”tan geliyor çünkü.

YKY tarafından yayımlanan “Sanat Dünyamız” dergisi, “Sanatta Güzel Beden”i ele alıyor son sayısında. “Birgün” yazarlarından Rahmi Öğdül’ün de yazısının olduğu dergide, Marcel Proust’un ressamlar üzerine yazılarından birisi de var. Roza Hakmen’in çevirdiği yazı, ünlü Fransız ressamlarından Gustave Moreau’yla ilgili. Moreau’nun resmine, Proust’un gözüyle bakmanın incelikli hazzını yaşarken, bakışın kendisinde, bakılanı ortaya çıkaran büyük bir gizin bulunduğunu daha iyi anlıyor insan. Aslında bir sanatçı, öncelikle içinde yaşadığı o fotoğrafı anlatır bize. Hatta, sadece o fotoğrafı anlatır ve biz o fotoğrafta, kendi görmek istediğimiz, ya da görebildiğimiz ayrıntılara yoğunlaşırız, sanatçının niyetinden bağımsız olarak. Proust da, Monreau’nun ne yapmak istediğini anlayamayacağımızı söyler yazısında. Peki, ressamın niyetini anlamanın bir önemi var mıdır? Bazı eleştirmenler için, önemsizdir bu durum. Metin yoktur, yorum vardır derler bize. Bunda, bir haklılık payı olsa da, amaca göre değişen bir durumdur bu. Bazen sanatçının niyeti de önemli olabilir. Ama, tam olarak emin olamayız o niyetin gerçekliğinden. Hatta sanatçının kendisi bile, gerçekte niyetinin ne olduğundan habersiz olabilir. Örneğin Heinlein gibi militarist bir yazarın “Yaban Diyarlardaki Yabancı” adlı romanı Hippilerin kült kitabı haline dönüşebilir. Ya da solcu bildiğimiz bir şair ya da yazarın, yıllar sonra aslında faşist olduğu gerçeğiyle karşılaşıp şaşırabiliriz.

Aslında herkes bir fotoğrafta yaşıyor. Ama o fotoğrafın ne kadarını görebildiğimiz kuşkulu... Bize o fotoğrafı gösterecek yegâne şey, başka fotoğraflara, hayatlara bakarak mümkün olabildiği için belki de, sanata ihtiyaç duyarız.


Kaja Silverman’ın 2006’da çıkan “Görünür Dünyanın Eşiği” adlı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitabında, Fanon’a dair bir bölüm var. Fanon, sık sık sinemaya gidermiş. Kendi kendisiyle yüz yüze gelebilmek için gidermiş sinemaya. Çünkü siyahların pek bulunmadığı sinemada, beyazların bakışlarını hissedermiş üzerinde. Bakışlarıyla onu didik didik eden beyazlar sayesinde, siyahlığını keşfedermiş. “Yamyamlıkla, zekâ geriliğiyle, ırksal kusurlarla, kürek mahkûmlarının uğultusuyla ve her şeyden çok da ırzına geçilmiş körpe zenci kızların yürek parçalayıcı çığlıklarıyla” kendisini izlermiş. Beyazların onu yerleştirdiği o fotoğraf karesini bu sayede görürmüş. Silverman, Fanon’un bu sayede, kendi imajıyla bir savaş haline girdiğini ve yapıtlarının temel dinamğinin de bu savaş sayesinde şekillendiğini söylüyor. Beyazların kendisini görme biçiminden, beyazlara ait fotoğrafı da görür aynı zamanda Fanon. Onların kusur diye gördüğü şey, kendi kusurlarını perdeleme amacına hizmet etmektedir çünkü.

Bülent Usta (Birgün, 17 Mart 2010)

ŞİDDETSİZ AKSİYON

Posted: by bülent usta in
0

Televizyonlarda hiç şarkıcıların ya da sinema oyuncularının konuşmalarına rastladığınız oluyor mu? Gösteri dünyasının büyük bir kısmının cehaletten dökülüyor olmasına anlam vermekte zorlanıyorum açıkçası. Hiç mi gazete, dergi, kitap okumazlar? Yaptıkları iş yüzünden, sadece nasıl göründüklerine mi dikkat etmek zorunda hissederler kendilerini? Okan Bayülgen de, bu zevatla dalga geçmesin de ne yapsın?

Genç ressamların da, gazete ve kitap okumadıklarına tanık oluyorum sık sık... Eski kuşak ressamların sanatın diğer dallarıyla, siyasetle ve felsefeyle ne kadar ilgili olduklarını biliyoruz. Ama yeni kuşak, sanki sanatçılığı genetik bir hadise olarak görüyor. Sanırım okudukları okullarda da, genel kültürlerini geliştirmeye yönelik bir çaba yok. Halbuki, sanatın hangi dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın, entelektüel bir bakışa sahip olmak bir zorunluluk olmalı. Picasso’yu Picasso yapan sadece fırçasını kullanma yeteneği değildi. Aynı şey, tiyatro ya da sinema oyunculuğu için de geçerli. Daha geçenlerde, ciddi bir haber programına konuk olan bir sinema-tiyatro oyuncusu, üstün insan pozları vererek saçmalayıp durdu. Ama o programda asıl dikkat çekici şey, çektikleri film için “küfürsüz komedi” ve “şiddetsiz aksiyon” tanımlaması yaparak övünmeleriydi. Şiddetsiz aksiyon tanımını da, ilk orada duyduğumu belirtmeliyim. Ki gösterdikleri fragmanda, birbirine bıçak çeken iki kabadayının dövüş sahnesi vardı. Sanırım, “şiddetsiz” diye anlatmak istedikleri, bıçak çekmek değil, bıçağın saplanmasının ya da saplandığı zaman kan akmasının gösterilmemesiydi. Muhafazakâr bir komedi ve aksiyon filmi çekildiği ima ediliyordu anlaşılan. Yani, çoluğuyla çocuğuyla herkes o filme gidebilirdi.

Bu tanım, bana Kosinski’nin “Bir Yerde” adlı romanını anımsattı. Romanda Chance adlı karakter, bütün hayatını bahçıvanlık yapıp, kendisine ayrılan küçük bir odada televizyon seyrederek geçirir. Dış dünyaya dair tüm bilgisi, televizyonda görüdklerinden ibarettir. Ve bir gün, Chance dışarı çıkar ve tıpkı izlediği filmlerdeki gibi, içinde güzel ve zengin bir kadının bulunduğu bir araba ona çarpar. Ama Chance, izlediği filmlerde bir kadınla bir erkeği sadece öpüşürken gördüğü ve sonrasında neler olduğu konusunda fikir sahibi olamadığı için, ne yapacağını bilemez.

Aslında pek çok travma, bu türden muhafazakar anlayışlar yüzünden gerçekleşiyor. Bu muhafazakarlık, sadece sağcılara özgü bir gerçeklik de değil. Çocuğu şiddetten uzak tutmak için, şiddet filmlerini izletmeyen aydın kesim de, aslında bu türden bir engellemeyle çocuklarına zarar verdiklerinin farkında değil. Nasıl ki, mahalle dediğimiz şey, “Eşrefpaşalılar” adlı filminde anlatıldığı gibi değilse... Bir tür ütopya kurulmaya çalışılıyor, ama Paul Ricouer’ün de altını çizdiği gibi, her ütopya, çarpıtma ve başka türlü gösterme çabasıyla şizofreniye meyleder. Özellikle muhafazakârlarda, şizofrenik bir gerçeklik yaratma, belki de tek çıkış yolu. Arzuların hapsedilmesi ve saptırılmasına onlar çok daha büyük bir ihtiyaç olarak görüyorlar çünkü. İnsanları, kendi bakış açılarına göre, saf ve masum kılmak, kendi bedenlerine ve dış gerçekliğe yabancılaştırmalarıyla orantılı...

Ricouer, ütopyanın deliliğini dengeleyecek tek şeyin ideoloji olduğunu da belirtir. Ama ortada bir ideoloji yoksa, sahip olunan ütopya, patolojik bir toplum meydana getirir. O zaman, cinselliksiz aşk, şiddetsiz aksiyon ya da bireyleşememiş insanlardan oluşan bir toplum ortaya çıkar.

Hepİmİz Fare Olsak

China Miéville’in Yordam Kitap’tan çıkan “Kral Fare” romanını okuduğumdan beri, keşke fare olsaydık gibisinden hayaller kurmaya başladım. Fındık fareleri hariç, farelerden pek haz etmesem de, yarı-insan / yarı-fare bir yaratık olmanın avantajları, hiç de fena değildi.

Saul adında, damarlarında fare kanı dolaşan kahramanımız, haksız yere babasının ölümünden sorumlu tutularak, bir sorgu hücresine kapatıldığı zaman, hiç ummadığı bir anda tuhaf görünüşlü bir adam olan Kral Fare ile tanışır. Kral Fare, Saul’un dayısıdır ve nöbetçileri atlatarak onu kurtarmaya gelmiştir. Saul’e fare olmayı öğretecek olan bu adamın hikâyesi de, masal olarak bldiğimiz “Fareli Köyün Kavalcısı”na dayanır.

Romanın hikâyesi böyle başlıyor. Anlattığı şey ise, modernleşmenin getirdiği yabancılaşma ve bireyin atomize oluşunun sonuçları... Zaten fantastik ya da bilimkurgu yapıtların pek çoğunun ana teması da, modernizmin eleştirisi üzerine kurulu. Ama Miéville, “Kral Fare” ile gerçekten müthüş bir iş yapmış. Güler Siper’in özenli çevirisi de cabası... Başka bir yazıda, uzun uzun bahsetmeyi düşünüyorum “Kral Fare”den... Belki de onunla tanışmanın bir yolunu bulurum...

Romanın ilk cümleleri şöyle başlıyor: “Sizin göremediğiniz boşlukların içinden geçer, binaların arasına sokulurum. Sizin arkanıza takılır, size öylesine yaklaşırım ki soluğumdan ensenizdeki tüyler ayağa kalkar ve siz yine de beni duymazsınız. Gözbebekleriniz büyüdüğünde göz kaslarınızın sesini duyabilirim.”

Bülent Usta (Birgün, 10 Mart 2010)

EDEBİYATIN CENAZE ŞENLİĞİ

Posted: by bülent usta in
0

Bugünlerde okuduğum bir kitapta, Hölderlin’in bir sözüne rastladım: “Tehlike büyüdüğünde, kurtuluş olanağı da büyür.”
Peki ya o tehlikeler gizli gizli büyüyorsa, kurtuluş olanakları da, tıpkı tehlikeler gibi gizli gizli büyüyor olabilir mi? Hölderlin’e sormak gerekirdi bunu. Peki biz bu önermeyi, edebiyata uygularsak: Tehlike içindeki edebiyat da kurtuluş umudunu kendi içinde büyütür mü?

Kapitalizm, tehlikeleri kamufle etmeye dair becerisini inanılmaz derecede geliştirdiğinden beri, durum biraz karışık elbette. Ama kurtuluş umudu da, tehlikelerin karmaşıklığına uygun yeni stratejiler ve taktiklerle, o tehlikelerin içerisinde gelişip serpilmeye devam ediyor. Tehlikeleri görmek, zaten kurtuluş umudunun varlığıyla ilişkili. Tehlikeleri görenler çoğaldıkça, kurtuluş umudu da kendisini daha görünür kılacak nihayetinde. Ama daha o vakte çok var.

Aynı durum, edebiyat için de geçerli. Edebiyatımız tehlike içinde. Ve bu tehlikeler, yavaş yavaş görünür bir hale geliyor. Dergi ve kitap satışlarındaki düşüş, edebiyatın niteliğini azaltıcı piyasa etkileri ve eleştiri yoksulluğu, gitgide daha çok tartışılır hale geldi.

Ama tüm bu tehlikeler, kendi içinde umudu da taşıyor geleceğe… Artık şunu biliyoruz: Eksik olan bir şey var. Bize edebiyat diye yutturulan şeylerin tadı, yutamayacağımız kadar bozuk artık. Bırakın bu bayat şeyleri. Birbirinden çok farklıymış gibi gözüken deterjan markalarını andırmıyor mu, edebiyat üretimlerinin bir yüzü… Aslında hepsi de aynı temizlik gücüne sahip değil mi?
Sorun da bu zaten: Kitapların deterjan gibi görülmesi ve aynı mantıkla satılmaya çalışılması. Yazarların, tıpkı deterjan firmaları gibi satışı etkileyecek olumsuz izlenimlerden, eleştirilerden korktuğuna da tanık oluyoruz. Çünkü her yazarın hülyası, birer markaya dönüşmek… Kitaplarının uluslarası piyasaya da açılıp onlara daha çok şan ve para getirmesi… Bu yüzden, geçmişte olduğu gibi ezilenlerin tarafında ödünsüz bir duruş sergileyemiyorlar. Daha çok bir markaya yakışacak elit pozlar vermekle yetiniyorlar. Edebiyatın bir kariyer aracına dönüşmesi kadar, edebiyatı ve edebiyatçıyı tehdit eden başka bir şey yok.
Halbuki biz biliyoruz ki, yazarlık, tamamen yazma arzusuyla alakalıdır ve o arzu, tüm diğer arzulardan daha önemlidir. Ve o arzu, yazarın kendisini edebiyatın bir parçası olarak hissetmesiyle anlam kazanır. Bir yazar, edebiyatın starı ya da ağası değil, işçisi olmakla övünür.

Kafka’dan Lautréamont’a kadar sayısız örnekten biliyoruz ki, edebiyatın kendisini var ve anlamlı kıldığı alanlar, tam da tehlikelerden güç alan sahipsiz umutlar olmuş. Bir yerlerde birileri “gerçek edebiyatı” yazıyor ve yazmaya devam edecek. Deterjan markalarını andıran yapıtlar da, yazılan ve yazılacak olan “gerçek edebiyat”ı meşrulaştıracak zemini yaratacak. Çünkü sanatın ve edebiyatın doğası, piyasa koşullarının terbiye edemeyeceği kadar sınırsız ve vahşi bir doğadır. Bırakalım, kariyer düşkünü yazarlar, edebi intiharlarını görkemli bir şekilde nihayetine erdirsinler. Onlar için düzenleyeceğimiz şatafatlı cenazeleri, yeni bir edebiyatın şenlik hazırlıkları olarak görmekte fayda var.

Görmek ve Yazmak

Hölderlin’in yukarıda bahsettiğim sözüne, YKY’den Cem İleri’nin çevirisiyle çıkan, mimar Christian de Portzampare ile yazar Philippe Sollers’in söyleşi kitabı “Görmek ve Yazmak”ta rastladım. Disiplinlerarası bu türden çalışmalar, çok mühim. Bir mimar ile bir yazarın, güncel meselelerden felsefi sorunlara dair bir dizi konu etrafında, kapsamlı ve samimi bir tartışma içine girmeleri, okurken sadece keyif değil, bir meselenin nasıl çok boyutlu bir biçimde ele alınabileeğini de gösteriyor. Tartışmaya, “İkiz Kuleler” saldırısından başlamaları da oldukça anlamlı.

Bir tür milat olan bu saldırının Batı’daki karşılığını, hem mimari, hem de sanatsal açıdan irdelemek, yaşadığımız yüzyıla başka bir gözle bakmamıza da olanak veriyor. Keşke bu türden, farklı disiplinlere ve alanlara ait kişilerin Türkiye üzerine de konuşabileceği çalışmalar yapılabilse… Sadece edebiyatçıların edebiyatı konuşması yeterli değil artık. Edebiyatı yaşamın her alanına sızdırmak gerek…

Bülent Usta (Birgün, 3 Mart 2010)

KUTUPLAR ERİMEDEN...

Posted: by bülent usta in
0

Latin Amerikalı yazar Roberto Bolano, Peral Bayaz çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan “Katil Orospular”adlı öykü kitabındaki öykülerinden birisine şöyle başlamış: “Bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber: Ölümden sonra hayat (ya da benzer bir şey) var. Kötü haber: Jean-Claude Villeneuve bir ölüsevici.” Hayalete dönüşen kahramanımız, terk ettiği bedeninin ünlü bir modacı tarafından tecavüze uğramasına tanık oluyor öyküde.

Etrafımız, bu türden traji-komik iyi ve kötü haberlerle doluymuş gibi geliyor bana. Nereye baksam, bir iyi bir de kötü haberim var size diyesim geliyor. Gerçekte tüm bu iyi ve kötü haberler, tek bir duyguya dönüşüyor: Çaresizlik... Neden mi? Çünkü iktidar savaşının kızıştığı bu ortamda, doğrultulan her silah, aynı zamanda sizin için de doğrultulmuş, sadece karşı tarafı değil, sizi de vuracak bir silah...

Kötü bir şeyin tam tersi, her zaman iyi olabilir mi? İyi ve kötüyü, her zaman birbirinin tam tersi olarak düşünebilir miyiz? Karşı kutupların mıknatıs gibi insanları kendisine çektiği bir ortamda, “taraflı yansızlık” da ne oluyor şimdi? Ama var olan kutupların ikiyüzlülüğünü, pek çok defa deneyimlemişken, bu iktidar savaşının hangi cephesinde savaşabilir insan?
Engin Geçtan, Metis Yayınları’ndan çıkan “Zamane” adlı kitabında, insanların kutuplaşmaların cazibesine kapılmasını psikanalitik açıdan şöyle yaklaşıyor: “Askeri darbenin ardından otorite figürlerine ve kurumlarına karşı tepkiler sindirilmişti, ama daha uzun vadede bunun yerini farklı ve çoklu dinamikler aldı. Artık siyasi ya da toplumsal bir kutuplaşma olduğunda, şaşırtıcı bir hızla karşıt bir kutup odağı oluşmakta.”

Şu an ortalığı toz duman yapan tüm olaylar, kutuplaşmalar, sağcı bir partinin demokrasi havarisi gibi gösterilmesi dahil, derin devletten tarikatlara kadar her şeyin varlığını 12 Eylül’e borçlu olması, tuhaf değil mi? 12 Eylül’le hesaplaşamadığımız için, acaba o kendi kendisiyle mi hesaplaşmaya başladı?
Dana neler göreceğiz kim bilir?

Bolano Öyküleri

Yazıya Bolano’nun iyi ve kötü haberiyle başlamışken, onun politik-edebiyat açısından örnek alınacak bir yazar olduğunun altını bir kere daha çizmekte fayda var. Politik roman denilince, didaktik ya da belgesel yönü fazla romanlar akla gelir çoğunlukla. Açık ya da gizli bir ajitasyon da akar romanın içinden. Ama Bolano, bir üslupçu olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle “Vahşi Hafiyeler” ve Şili’deki Pinochet darbesiyle hayatları değişen edebiyatçıları anlattığı “Uzak Yıldız” adlı romanlarıyla dikkatimizi üzerine çekmişti. Yapıtlarında otobiyografik öğelerin de bulunması, onu sahici ve samimi kılıyor. Üstelik Bolano, “Radikal Kitap”ta Zeynep Heyzen Ateş’in belittiğinin aksine, bana göre oldukça iyi bir şair. Şiirle olan ilişkisini öykü ve romanlarının içine, ustalıklı bir biçimde sızdırabilmesi de, ayrıca dikkate değer bir özellik...

Bolano, 1973 yılında Salvador Allende’nin sosyalist reform sürecine destek verebilmek için, bütün Latin Amerika’yı katederek Şili’ye gitmiş, Pinochet darbesi gerçekleşince tutuklanmış, tesadüfen darbecilerin elinden kurtulup Meksika’ya gitmiş ve orada “Infrarealist şiir hareketi”ni başlatmış, bulaşıkçılık filan gibi işlerde çalışıp roman yazmaya başlamış bir yazar. Tüm bu yaşam serüveninin de öykü ve romanlarının ana konuları olduğunu görüyoruz.

“Katil Orospular”, “Göz Silva” adlı öyküyle açılıyor. Ama bu “Göz Silva” eşcinsel bir solcu… Eşcinsel olmasının solcularla ilişkisini nasıl etkilediğinden tutun, Hindistan’a yaptığı yolculukta başına gelen traji-komik olaylara kadar bir dizi yaşam dolu hikâye kuşatıyor okuru… Öykülerin tümünde, olağanüstü şaşırtıcı olay ve insanların, çok da olağan şeylermiş gibi anlatıldığını, “Katil Orospular” öyküsünde olduğu gibi yarı-düşsel bir atmosferde imgesel anlatımın konuşma diliyle bütünleştiğine de tanık oluyoruz.

Bazı yayınevlerinin yaptığı gibi, Metis Yayınları da kitabın çevirmenini tanıtan bir özgeçmiş kutucuğunu kitaplarına eklemeye başlasa, bol bol çeviri yapıt yayımlayan bir yayınevi için, şık bir hareket olurdu.

2010 Chopin Yılı

Can Yayınları, 2010 yılının “Chopin yılı” olması sebebiyle olsa gerek, iki tane Chopin kitabı birden yayımladı. Biri, ünlü edebiyatçı Andre Gide’in Chopin müziği üzerine yazılarından oluşan ve Ömer Bozkurt’un çevirdiği “Chopin Üzerine Notlar”, diğeri de Aydın Büke’nin “Chopin –Tuşlara Adanmış Yaşam” adlı biyografi çalışması. Büke’yi, aynı dizi içerisinde yer alan Bach ve Mozart biyografileriyle tanımıştık. Bu iki kitabı, bir arada okumak ve okurken de, Can Yayınları’nın Gide’in kitabıyla birlikte hediye ettiği İdil Biret CD’sinden, Chopin’in bestelerini dinlemek, ayrıca bir keyif…
Bir edebiyatçı olarak Andre Gide’in Chopin müziğini nasıl yorumladığı gerçekten de insanın merakını uyandırıyor. Şöyle diyor örneğin Gide, Chopin’den yola çıkarak: “Piyano orkestraya, bireyin kitleye sağladığı kadar üstünlük sağlar. Bütünün birliği ancak, her parçanın kendi kişiliğinden uzaklaştırılmasıyla sağlanabilir.”

Bülent Usta (Birgün, 24 Şubat 2010)

TARAFLI YANSIZLIKLAR İÇİNDE

Posted: by bülent usta in
0

Edebiyatçı bir dostumla sohbet ediyorduk. İkimiz de kısmen bunalımdaydık. Niye bunalımda olduğumuz, içkin bir gelecek imgesine sahip oluşumuzla ya da taraflı bir yansızlığa kendimizi mahkûm edişimizle alakalı olabilirdi. Böyle olunca, her şeye olumsuz yönlerinden bakma eğilimi içinde olmamız da anlaşılır bir şeydi aslında.

Mesela gördüğümüz her şeyde bir cansıkıntısı, bir aptallık vardı sanki. Her şey sahteymiş gibi geliyordu… Bu durumun geçici olduğunu, biraz sonra biz de yüzümüze o sahte gülümsemelerden birisini takıp sokağa karışacağımızı, tüm anlamsızlıkların içinde anlam aramaya, çirkinliklerle kuşatılmış güzellikleri keşfe çıkacağımızı biliyorduk.

Dostum, bana önceki yazımda ortaya attığım bazı fikirlere katılmadığını söyledi. Bunalımdaydı ya, yazımda da olumsuz yanları görme eğilimindeydi. Yazımda takıldığı nokta, Albert Camus’yü varoluşçu olarak anmamdı. "Nasıl bu yaygın hatayı yapabildin" dedi bana. Evet, Türkiye’de yaygın olarak Albert Camus, varoluşçu olarak bilinir. Adı, aralarında hiçbir nokta olmayan Sartre ile birlikte anılır. Ama, Mehmet Rifat’ın 'Varlık'taki yazısında da gösterdiği gibi, Camus ile Sartre arasında sanıldığının aksine hiç de ortak nokta yoktur. Ben, tüm yazıyı atlayıp, yazının sonundaki maddelere odaklanmıştım. Bizde Sartre, varoluşçulukla marksizmi buluşturmaya çalışan kişi olarak bilinir daha çok. Camus ise, absürdizmin öncüsü bir varoluşçu olarak… Ama Camus, kendisine hiçbir zaman absürdist ya da varoluşçu dememiştir. Hatta Camus, Jeanine Delpech ile 'Les Nouvelles Littéraires' adlı dergide yaptığı söyleşide, varoluşçu olmadığını, adının Sartre ile birlikte anılmasına her zaman şaşırdığını söylemiştir. Hatta hatta 'Başkaldıran İnsan' adlı kitabını “sözde varoluşçu filozoflara karşı” yazdığını bile dile getirmiştir.
Dostum, ne söylese haklıydı. Varoluşçuluğu, salt felsefi bir akım olarak ele almadım filan desem de, yazıma karşı katı tutumunu sürdürmekten vaz geçmedi. Fransa’da geliştirilen varoluşçuluğun tanımının doğrudan doğruya Sartre’a ve Simone de Beauvoir’a bağlandığından, diğer varoluşçu yaklaşımların Fransız kültür dünyasına ait olmadığından, Mehmet Rifat’ın da, Fransa’daki felsefe ve edebiyat çevrelerindeki tartışmalardan yola çıkarak, Türkiye’de bu yanlış anlamanın altını çizdiğinden bahsetti bana. Camus, önce saçma felsefesinin, ardından da başkaldırı hümanizmasının yaratıcısı ve temsilcisiydi.
Aslında dostumun da en çok bu yanını takdir etmişimdir. Doğru bildiği hiçbir konuda geri adım atmaz, gereksiz duygusallıklara girmez. Örneğin onun için edebiyat, sadece edebiyat olmamıştır hiçbir zaman. Yazdıklarımız üzerinden zaman zaman birbirimizi kırdığımız da olur, ama birbirimizi kırmayı göze alacak kadar içten oluşumuz, dostluğumuzun da mihenk taşıdır aynı zamanda.

Sohbet, döndü dolaştı, edebiyata geldi. Aslında ne konuşursak konuşalım, edebiyatın içindeydik her zaman ama, dostum edebiyata dair doğrudan bir soru yöneltti bana: “Sence edebiyatın temel meselesi nedir?” Aklıma pek çok şey gelse de, edebiyatın temel meselesinin 'üslup' olduğunu söyledim ona. Italo Calvino gibi, anlatım ve eleştirinin sorununu, “bir üslubun kuruluşu” içerisinde aramak gerektiğini düşünüyordum. Ama son zamanlarda yayımlanan romanlarda, yazarların yapıtın içeriği ve kurgusuna gösterdikleri özeni, üslup için göstermediklerini de gözlemliyordum. Halbuki edebiyatta, neyin anlatılacağı değil, nasıl anlatılacağı daha önemlidir. Eleştiri de, öncelikle yazarın üslubuna yönelik gerçekleşen bir etkinliktir…

Dostum, itiraz etmedi bu fikrime… Ama “acaba çok mu abartıyoruz yazma uğraşısını... Dünyayı, edebiyatı bu kadar zorlamanın bir anlamı var mı” dedi. “Baksana kitap ve dergi satışları düşmeye devam ediyor. Bu konuştuğumuz şeyler, kimsenin umurunda değil.” Dostum, bunalımını daha da derinleştirmek eğilimindeydi. Bense, bir noktadan sonra bunalımın o boğucu atmosferine dayanmakta zorlanırım. Bu defa ben ona itiraz ettim. “Kimin umurunda, umurunda olmayanlar! Dünya, tüketim neseneleriyle beslenen bir bencilliğin içinde yüzüyorsa, bu, bizim de o denizde boğulmamız gerektiği anlamına gelmiyor” dedim. Gülümsedi bu itirazıma… Ama gülümsemesi, fikrini değiştirdiği anlamına gelmiyordu. İkimiz de, farklı taraflara ait, yansız kişilerdik çünkü… Aramızdaki tek ortak nokta da buydu. “Taraflı yansızlık mı?” diye itiraz etti bu tespitime dostum. “Yansızlığın tarafı olur mu?” Yansızlık, Calvino’nun bir tespitiydi. Ben o tespiti, kutuplaşmaların cazibesine kapılmadan eleştirel bir mesafede duran, ve gücünü o eleştirel duruştan alan kişiler için kullanıyordum. Tıpkı Albert Camus’nün yaptığı gibi… Ama bu eleştirel mesafe, tarafsız olmayı gerektirmiyordu. Ezilenlerin tarafındaydık ikimiz de… Ama yeri geldiğinde ezilenlere de eleştirel bakabiliyorduk. Taraflı yansızlıktan kastım buydu işte… Ama 'yansızlık', ister istemez yalnızlığı da getiriyordu peşinden… Ama yalnızlığı göze almadan, nasıl kendimiz olabilirdik ki?

Bülent Usta (Birgün, 17 Şubat 2010)