EDEBİYATIN CENAZE ŞENLİĞİ

Posted: 27 Mart 2010 Cumartesi by bülent usta in
0

Bugünlerde okuduğum bir kitapta, Hölderlin’in bir sözüne rastladım: “Tehlike büyüdüğünde, kurtuluş olanağı da büyür.”
Peki ya o tehlikeler gizli gizli büyüyorsa, kurtuluş olanakları da, tıpkı tehlikeler gibi gizli gizli büyüyor olabilir mi? Hölderlin’e sormak gerekirdi bunu. Peki biz bu önermeyi, edebiyata uygularsak: Tehlike içindeki edebiyat da kurtuluş umudunu kendi içinde büyütür mü?

Kapitalizm, tehlikeleri kamufle etmeye dair becerisini inanılmaz derecede geliştirdiğinden beri, durum biraz karışık elbette. Ama kurtuluş umudu da, tehlikelerin karmaşıklığına uygun yeni stratejiler ve taktiklerle, o tehlikelerin içerisinde gelişip serpilmeye devam ediyor. Tehlikeleri görmek, zaten kurtuluş umudunun varlığıyla ilişkili. Tehlikeleri görenler çoğaldıkça, kurtuluş umudu da kendisini daha görünür kılacak nihayetinde. Ama daha o vakte çok var.

Aynı durum, edebiyat için de geçerli. Edebiyatımız tehlike içinde. Ve bu tehlikeler, yavaş yavaş görünür bir hale geliyor. Dergi ve kitap satışlarındaki düşüş, edebiyatın niteliğini azaltıcı piyasa etkileri ve eleştiri yoksulluğu, gitgide daha çok tartışılır hale geldi.

Ama tüm bu tehlikeler, kendi içinde umudu da taşıyor geleceğe… Artık şunu biliyoruz: Eksik olan bir şey var. Bize edebiyat diye yutturulan şeylerin tadı, yutamayacağımız kadar bozuk artık. Bırakın bu bayat şeyleri. Birbirinden çok farklıymış gibi gözüken deterjan markalarını andırmıyor mu, edebiyat üretimlerinin bir yüzü… Aslında hepsi de aynı temizlik gücüne sahip değil mi?
Sorun da bu zaten: Kitapların deterjan gibi görülmesi ve aynı mantıkla satılmaya çalışılması. Yazarların, tıpkı deterjan firmaları gibi satışı etkileyecek olumsuz izlenimlerden, eleştirilerden korktuğuna da tanık oluyoruz. Çünkü her yazarın hülyası, birer markaya dönüşmek… Kitaplarının uluslarası piyasaya da açılıp onlara daha çok şan ve para getirmesi… Bu yüzden, geçmişte olduğu gibi ezilenlerin tarafında ödünsüz bir duruş sergileyemiyorlar. Daha çok bir markaya yakışacak elit pozlar vermekle yetiniyorlar. Edebiyatın bir kariyer aracına dönüşmesi kadar, edebiyatı ve edebiyatçıyı tehdit eden başka bir şey yok.
Halbuki biz biliyoruz ki, yazarlık, tamamen yazma arzusuyla alakalıdır ve o arzu, tüm diğer arzulardan daha önemlidir. Ve o arzu, yazarın kendisini edebiyatın bir parçası olarak hissetmesiyle anlam kazanır. Bir yazar, edebiyatın starı ya da ağası değil, işçisi olmakla övünür.

Kafka’dan Lautréamont’a kadar sayısız örnekten biliyoruz ki, edebiyatın kendisini var ve anlamlı kıldığı alanlar, tam da tehlikelerden güç alan sahipsiz umutlar olmuş. Bir yerlerde birileri “gerçek edebiyatı” yazıyor ve yazmaya devam edecek. Deterjan markalarını andıran yapıtlar da, yazılan ve yazılacak olan “gerçek edebiyat”ı meşrulaştıracak zemini yaratacak. Çünkü sanatın ve edebiyatın doğası, piyasa koşullarının terbiye edemeyeceği kadar sınırsız ve vahşi bir doğadır. Bırakalım, kariyer düşkünü yazarlar, edebi intiharlarını görkemli bir şekilde nihayetine erdirsinler. Onlar için düzenleyeceğimiz şatafatlı cenazeleri, yeni bir edebiyatın şenlik hazırlıkları olarak görmekte fayda var.

Görmek ve Yazmak

Hölderlin’in yukarıda bahsettiğim sözüne, YKY’den Cem İleri’nin çevirisiyle çıkan, mimar Christian de Portzampare ile yazar Philippe Sollers’in söyleşi kitabı “Görmek ve Yazmak”ta rastladım. Disiplinlerarası bu türden çalışmalar, çok mühim. Bir mimar ile bir yazarın, güncel meselelerden felsefi sorunlara dair bir dizi konu etrafında, kapsamlı ve samimi bir tartışma içine girmeleri, okurken sadece keyif değil, bir meselenin nasıl çok boyutlu bir biçimde ele alınabileeğini de gösteriyor. Tartışmaya, “İkiz Kuleler” saldırısından başlamaları da oldukça anlamlı.

Bir tür milat olan bu saldırının Batı’daki karşılığını, hem mimari, hem de sanatsal açıdan irdelemek, yaşadığımız yüzyıla başka bir gözle bakmamıza da olanak veriyor. Keşke bu türden, farklı disiplinlere ve alanlara ait kişilerin Türkiye üzerine de konuşabileceği çalışmalar yapılabilse… Sadece edebiyatçıların edebiyatı konuşması yeterli değil artık. Edebiyatı yaşamın her alanına sızdırmak gerek…

Bülent Usta (Birgün, 3 Mart 2010)

0 yorum: