ŞİDDETSİZ AKSİYON

Posted: 27 Mart 2010 Cumartesi by bülent usta in
0

Televizyonlarda hiç şarkıcıların ya da sinema oyuncularının konuşmalarına rastladığınız oluyor mu? Gösteri dünyasının büyük bir kısmının cehaletten dökülüyor olmasına anlam vermekte zorlanıyorum açıkçası. Hiç mi gazete, dergi, kitap okumazlar? Yaptıkları iş yüzünden, sadece nasıl göründüklerine mi dikkat etmek zorunda hissederler kendilerini? Okan Bayülgen de, bu zevatla dalga geçmesin de ne yapsın?

Genç ressamların da, gazete ve kitap okumadıklarına tanık oluyorum sık sık... Eski kuşak ressamların sanatın diğer dallarıyla, siyasetle ve felsefeyle ne kadar ilgili olduklarını biliyoruz. Ama yeni kuşak, sanki sanatçılığı genetik bir hadise olarak görüyor. Sanırım okudukları okullarda da, genel kültürlerini geliştirmeye yönelik bir çaba yok. Halbuki, sanatın hangi dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın, entelektüel bir bakışa sahip olmak bir zorunluluk olmalı. Picasso’yu Picasso yapan sadece fırçasını kullanma yeteneği değildi. Aynı şey, tiyatro ya da sinema oyunculuğu için de geçerli. Daha geçenlerde, ciddi bir haber programına konuk olan bir sinema-tiyatro oyuncusu, üstün insan pozları vererek saçmalayıp durdu. Ama o programda asıl dikkat çekici şey, çektikleri film için “küfürsüz komedi” ve “şiddetsiz aksiyon” tanımlaması yaparak övünmeleriydi. Şiddetsiz aksiyon tanımını da, ilk orada duyduğumu belirtmeliyim. Ki gösterdikleri fragmanda, birbirine bıçak çeken iki kabadayının dövüş sahnesi vardı. Sanırım, “şiddetsiz” diye anlatmak istedikleri, bıçak çekmek değil, bıçağın saplanmasının ya da saplandığı zaman kan akmasının gösterilmemesiydi. Muhafazakâr bir komedi ve aksiyon filmi çekildiği ima ediliyordu anlaşılan. Yani, çoluğuyla çocuğuyla herkes o filme gidebilirdi.

Bu tanım, bana Kosinski’nin “Bir Yerde” adlı romanını anımsattı. Romanda Chance adlı karakter, bütün hayatını bahçıvanlık yapıp, kendisine ayrılan küçük bir odada televizyon seyrederek geçirir. Dış dünyaya dair tüm bilgisi, televizyonda görüdklerinden ibarettir. Ve bir gün, Chance dışarı çıkar ve tıpkı izlediği filmlerdeki gibi, içinde güzel ve zengin bir kadının bulunduğu bir araba ona çarpar. Ama Chance, izlediği filmlerde bir kadınla bir erkeği sadece öpüşürken gördüğü ve sonrasında neler olduğu konusunda fikir sahibi olamadığı için, ne yapacağını bilemez.

Aslında pek çok travma, bu türden muhafazakar anlayışlar yüzünden gerçekleşiyor. Bu muhafazakarlık, sadece sağcılara özgü bir gerçeklik de değil. Çocuğu şiddetten uzak tutmak için, şiddet filmlerini izletmeyen aydın kesim de, aslında bu türden bir engellemeyle çocuklarına zarar verdiklerinin farkında değil. Nasıl ki, mahalle dediğimiz şey, “Eşrefpaşalılar” adlı filminde anlatıldığı gibi değilse... Bir tür ütopya kurulmaya çalışılıyor, ama Paul Ricouer’ün de altını çizdiği gibi, her ütopya, çarpıtma ve başka türlü gösterme çabasıyla şizofreniye meyleder. Özellikle muhafazakârlarda, şizofrenik bir gerçeklik yaratma, belki de tek çıkış yolu. Arzuların hapsedilmesi ve saptırılmasına onlar çok daha büyük bir ihtiyaç olarak görüyorlar çünkü. İnsanları, kendi bakış açılarına göre, saf ve masum kılmak, kendi bedenlerine ve dış gerçekliğe yabancılaştırmalarıyla orantılı...

Ricouer, ütopyanın deliliğini dengeleyecek tek şeyin ideoloji olduğunu da belirtir. Ama ortada bir ideoloji yoksa, sahip olunan ütopya, patolojik bir toplum meydana getirir. O zaman, cinselliksiz aşk, şiddetsiz aksiyon ya da bireyleşememiş insanlardan oluşan bir toplum ortaya çıkar.

Hepİmİz Fare Olsak

China Miéville’in Yordam Kitap’tan çıkan “Kral Fare” romanını okuduğumdan beri, keşke fare olsaydık gibisinden hayaller kurmaya başladım. Fındık fareleri hariç, farelerden pek haz etmesem de, yarı-insan / yarı-fare bir yaratık olmanın avantajları, hiç de fena değildi.

Saul adında, damarlarında fare kanı dolaşan kahramanımız, haksız yere babasının ölümünden sorumlu tutularak, bir sorgu hücresine kapatıldığı zaman, hiç ummadığı bir anda tuhaf görünüşlü bir adam olan Kral Fare ile tanışır. Kral Fare, Saul’un dayısıdır ve nöbetçileri atlatarak onu kurtarmaya gelmiştir. Saul’e fare olmayı öğretecek olan bu adamın hikâyesi de, masal olarak bldiğimiz “Fareli Köyün Kavalcısı”na dayanır.

Romanın hikâyesi böyle başlıyor. Anlattığı şey ise, modernleşmenin getirdiği yabancılaşma ve bireyin atomize oluşunun sonuçları... Zaten fantastik ya da bilimkurgu yapıtların pek çoğunun ana teması da, modernizmin eleştirisi üzerine kurulu. Ama Miéville, “Kral Fare” ile gerçekten müthüş bir iş yapmış. Güler Siper’in özenli çevirisi de cabası... Başka bir yazıda, uzun uzun bahsetmeyi düşünüyorum “Kral Fare”den... Belki de onunla tanışmanın bir yolunu bulurum...

Romanın ilk cümleleri şöyle başlıyor: “Sizin göremediğiniz boşlukların içinden geçer, binaların arasına sokulurum. Sizin arkanıza takılır, size öylesine yaklaşırım ki soluğumdan ensenizdeki tüyler ayağa kalkar ve siz yine de beni duymazsınız. Gözbebekleriniz büyüdüğünde göz kaslarınızın sesini duyabilirim.”

Bülent Usta (Birgün, 10 Mart 2010)

0 yorum: