KOVULAMAYAN EDEBİYAT

Posted: 8 Nisan 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Günümüzde edebiyata duyulan ihtiyaç gitgide artarken, toplumun, hatta edebiyatçıların edebiyattan kaçıyor olması tuhaf bir şey olsa gerek. Tuhaf ama anlaşılmaz değil aslında. Michel de Certau’nun Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıkan “Gündelik Hayatın Keşfi” adlı kitabını okurken anımsadım bu gerçeği. Edebiyatı mühim yapan şey, aslında bu kaçışın varlığıyla alakalı. Elbette yeni bir cep telefonu markasına duyulan ilgi kadar olmasa da, bazı sanat ürünlerine de bir ilgi var günümüzde. Çok satan romanlar da var, ama talep edilen edebiyatın kendisi değil, edebiyatın yan ürünleri genellikle… Bestseller romanlar, romanın bir yan ürünü olarak düşünülebilir, TV dizilerinin sinemanın yan ürünleri olması gibi. Ama gerçek edebiyat, kendi akarsuyunda, o akarsuyun bulanıklaşmış sularında akmaya devam ediyor. Ve bu haliyle, edebiyatçıların kendisi için bile pek cazip değil. Çünkü bu bulanık sular, zenginlik, şan, güç vaat etmiyor. Ve o akarsuyun aktığı yer, merkezdeki zengin bataklıklara değil, açık denizlerin gizemli ve tehlikeli sularına doğrudur her zaman… Boğulmadan ve karaya vurmadan açık denizlere ulaşanların yaşayacağı mutluluk ise, bataklıklardaki yaşanan mutluluklarla kıyaslanamaz muhtemelen.

18. Yüzyıldan itibaren, evrensel olduğunu iddia eden uygarlıkla roman sanatının doğuş serüveninin birarada gelişmesi tesadüf değildi. İlk fabrikalar inşa edilirken, ilk romanların da yazılıyor oluşu, sanatın ve felsefenin büyük sıçramalar gerçekleştirmesinin şaşılası şeyler olmadığı, hepsinin birbirini tetikleyen ve hazırlayan gelişmelerle bağlantılı olduğu yazılıp çizilmişti uzun uzun. Hatta bu bir bakıma zorunluluktu, yeni “tin”in doğuşu için. Ama gerçeküstücülüğün, varoluşçuluğun, sitüasyonizmin, avangard sanatın gelişmesi de, uygarlığın yaşadığı krizler, çatışmalar, hayal kırıklıkları düşünülürse, olması gereken, bir ihtiyaç dahilinde olan şeylerdi.

Edebiyatın serüveni, bazı ortak yanlarına rağmen bilimsel söylemin serüveninden farklı özellikler taşıdığı için, “bilimsel söyleme” hakim olanlar, edebiyatın yüzlerine tuttuğu eleştirel aynadan tedirgin olmaya başlayınca, edebiyatı Michel de Certau’nun tabiriyle “kendine ait” alandan dışarıya kovalayarak “öteki”leştirdi.

Uygarlıklar, uygarlık eleştirisiyle varlıklarını sürdürdükleri için, bu ötekileştirme ister istemez uygarlık krizini derinleştirerek edebiyatın varlığını daha da mühim bir hale getirdi. Certau’nun Nietzsche’den Bataille’a, Sade’dan Lacan’a uzanan bir “edebiyat”tan bahsettiğini düşünürsek, bu “edebiyat”ın, sadece edebiyat türlerini kapsamadığı da söylenebilir.

Ama, edebiyatı daha büyük bir ihtiyaç haline getiren uygarlığın eleştiri yoksunluğu, edebiyatın kendisi için de sözkonusu bir hale geldi. Çünkü edebiyatın da kendisine eleştirel bir ayna tutması, kendi ötekileştirdikleriyle yüzleşmesi, sorunlarını açık yüreklilikle tartışması, kendi varlık koşulu için büyük bir ihtiyaç günümüzde. Bu yüzden edebiyat eleştirisi olmaksızın edebiyatın kovulduğu yerden geri gelmesi, içinde aktığı bulanık suların berraklaşması düşünülemez.

Bugünlerde İletişim Yayınları’ndan çıkan Laurent Mignon’un “Ana Metne Taşınan Dipnotlar” adlı kitabı, bahsettiğim türden bir eleştirel ayna görevini görüyor edebiyatımız için. Mignon’un adını “Birgün Kitap”taki yazılarından anımsayacaksınızdır muhtemelen. Mignon, Türkçe Yahudi edebiyatın doğuşundan, Türkçe şiirdeki siyahiliğin izlerine kadar, her tür kültürel özcülük ve milliyetçilikten uzak bir bakışla edebiyatımıza bakmayı deniyor. Bir bakıma, edebiyat tarihinin dipnotlarına itilmiş edebiyatçı ve düşünürleri, dipnotlardan alıp metne taşımaya çalışmış bu kitabıyla. Yahudi kökenli şairimiz İsak Ferara’yı bu sayede yeniden anımsamış oldum ya da Osmanlı’nın özgürlükçü düşünürlerinden Baha Tevfik’i… Yine aynı yayınevinden çıkan Murat Belge’nin “Genesis” adlı kitabını da anımsatmakta fayda var bu bağlam içinde. Murat Belge, Türk kimliğinin tarihi romanlar aracılığıyla, ‘büyük ulusal anlatı’ çerçevesinde nasıl işlendiğini araştırmıştı Genesis’te. Başka bir eksenden, tarihi romancılığımızı sorgulayarak, ‘milliyetçiliğin ortaklaşa bilinçdışı’na bakmıştı. Edebiyat, iktidar mücadelelerinden bağımsız bir alan olmadığı için, bu türden eleştirel bakış açıları adeta bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor.

2. Dünya Savaşı yıllarında, kendisine gebe annesinin gözünden savaşın vahşetini tüm çarpıklığıyla anlatan Friedrich Christian Delius’un İthaki’den çıkan “Annenin Genç Kadın Olarak Portresi” adlı romanını okurken, aklıma ya 2. Dünya Savaşı olmasaydı diye bir düşünce takıldı. Toplama kampları, yakılıp yıkılan kentler olmasaydı, milyonlarca insan ölmeseydi, o yılları anlatan romanlara ne olurdu acaba? O zaman ne yazacaktı Delius? Belki 1. Dünya Savaşı’nı ya da yerel bir savaşın vahşetini… Delius, mutlaka yazacak bir şey bulacaktı. Ama 2. Dünya Savaşı olmasaydı, dünyanın şimdiki dünya olmayacağı kesin. Tıpkı 12 Eylül askeri darbesi olmasaydı, Türkiye’de her şeyin bambaşka olacağı gibi. şiirimiz, romancılığımız, siyasete bakışımız, her şey farklılaşacaktı. Bu gazetede okuduklarınız dahil. Ama oldu. Tüm o acılar yaşandı ve yaşanan tüm o olaylar, bugün yaşanan süreci belirledi.

Peki bu sürecin edebiyatta belirleyemediği ve hiçbir zaman belirleyemeyeceği şey ne? Bir edebiyatçı olarak beni edebiyata bağlayan şey, edebiyatın, hiçbir zaman kendisine verilmeyecek, verilmesi mümkün olmayan bir söze doğru gitme eğilimidir. Edebiyat dışında, o söze ulaşabileceğimiz başka bir araç da yok. Işte bu yüzden, edebiyat ne kadar kovulursa kovulsun, geri gelecektir.

Bülent Usta (Birgün, 8 Nisan 2009)

0 yorum: