BÜTÜNÜN BİTİŞİ

Posted: 17 Haziran 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bu aralar Kafka okuduğum için olsa gerek, sanki herkes Kafka’nın bir romanından ya da anlatısından fırlamış absürd karakterlere benziyormuş gibi geliyor bana. Can Yayınları, Bir Kavganın Tasviri adıyla Franz Kafka’nın anlatılarının ikinci cildini yayımladı ya… Çoğunu parça parça okuduğum bu anlatılara yeniden derli toplu bakınca, Kafkaesk bir atmosferde yaşadığımıza dair en ufak bir kuşku kalmadı içimde.

Kitabı okurken kafamda şöyle bir sahne canlandı: Devletin tepesindeki bir yetkiliye, bir gazeteci soru sorar. Öyle çok önemli bir soru değildir, ama bu soruyla birlikte devlet yetkilisinin tuhaf bir biçimde gözleri yaşarır. O gazeteci, devlet yetkilililerinin ne kadar duygusal, gururlu, mağrur, cesur ve her şeyi kurallarına göre yapan kişiler olduklarını unutmuştur sanki. Devlet yetkililerinin bağlı oldukları yasaların, halkı bağladıkları yasalardan tamamen farklı olduğundan, bir gazeteci olarak habersiz olması düşünülemez nihayetinde.

Sonra da o devlet yetkilisinin ağlayarak gazetecinin yanından uzaklaştığını hayal ettim bir an. Muhtemelen gazeteci de peşinden koşup: “Siz bizim gözbebeğimizsiniz. Ama n’olur söyleyin var mı bu işin aslı.” diye ısrarla soraracaktır, gerçeği kabullenmek istemeyen bir âşığın haykırışıyla…

Kafka, “Reddediş” adlı anlatısında, şehre hükmeden bir albaydan bahseder. Albayın şehre hükmetmesini yetkili kılacak bir belge var mıdır? Öyle bir belgeden kimsenin haberi yoktur. Hatta şehirdeki dedikodulara bakılırsa, albayın albay olduğunu ibraz edecek bir belge de yoktur. Onun albay değil de bir vergi tahsildarı olduğu bile konuşulur. Hiçkimse gidip bu çok yetkili ama yetkisinin ne olduğu anlaşılamayan adama soru sormaya cesaret edemez. Ya yetkileri arasında, kendisine soru sorulmaması da varsa? Yine de herkesin hemfikir olduğu konu, albayın sahip olduğu görevin kendileri için olmasa da devlet için çok önemli olduğudur. Bu yüzden kimse sesini çıkartmaz. Ve şöyle dermiş gibi davranır o şehrin sakinleri: “Elimizde neyimiz varsa aldın, ne olur kendimizi de al artık.”

Kafka’nın da belirttiği gibi, albay, hâkimiyeti zorla eline geçirmiş birisi değildir. Bu yüzden suçu onda aramak gereksizdir. Eski zamanlardan beri böyle olageldiği için, üst vergi tahsiladarının oynadığı rolü albayın da benimsemesine ve bu geleneğe uymasına şaşmamak gerekir. Ama bu albayda, Kafka’nın altını çizdiği gibi tuhaf bir güç de vardır. Bu gücün, özellikle albayın heyetleri kabulünde daha bir görünürleştiğine tanık olur. “Bir heyet bir ricayla karşısına geldiği zaman, dünyanın duvarıymış gibi dikilir karşılarına.” Öyle ki “arkasında hiçbir şey kalmamıştır, insan orada birkaç sesin basbayağı fısıldaşmaya devam ettiğini sezinler gibi olur, ama bu herhalde yanılgıdır, çünkü albay bütünün bitişi demektir.”

Bütünün bitişi ve bir duvar… Duygusal, gururlu, cesur bir duvardan başka, bir şehrin neye ihtiyacı olabilir ki…

Kafka, anlatısında albayın askerlerinden de bahseder: “Aslında bir asker her şeye yeterdi, o kadar büyüktür bizde onlara duyulan korku. Bu askerlerin nereden geldiğini tam bilmiyorum, her halükârda çok uzaklardan.” Çünkü konuştukları lehçe bile farklıdır askerlerin. Sanki her şeyi anlıyormuş gibi konuşulanları dinlediklerini, dinlerken de ellerinin sürekli silahlarının kabzasında gezindiğini gözlemler Kafka. Ve askerlerin o ciddi ve katı duruşları yüzünden, onların gezindiği yerlerde “bizim canlı halkımız da sessizleşir” der.

Eğer bu albay, ufak tefek bazı ricaları kabul ederse -ki bu çok nadirdir-, bu kararın ortaya çıkardığı olumlu durumun tüm sonuçları tamamen onun eseri olarak algılanır. Halbuki “olur” demekten başka bir şey yapmamıştır. Hemen heykelleri dikilir, adı caddelere verilir.

Kafka’nın gözlemlediğine göre, gerçekte bu durumdan memnun olmayan belli bir yaş kesimi de vardır. “Yani, devrim yaratacak cinsten bir düşüncenin ağırlığı şöyle dursun, en önemsiz bir düşüncenin ağırlığını bile uzaktan sezinleyemeyecek gepgenç delikanlılar” arasına bir hoşnutsuzluğun süzülüp girdiğini görür.

Kısacası, genç olmak yetmez, gepgenç olmak gerekir, ruhen de olsa, o derin hoşnutsuzluğun içinize girmesi için. Ama Kafka’nın karamsarlığı da tam bu noktada belirir: Çünkü bu hoşnutsuzluğu “önemsiz bir düşüncenin ağırlığını bile sezinleyemeyenler” hissettiği sürece, duvarların yıkılması da gecikecektir. Duvarlara bakıp, o duvarlarda olmayan şeyler görmeye devam eden insanların yaşadığı şehirlerde, şimdi televizyonlara bakıp olmayan şeyler görmeye devam eden insanlar yaşamıyor mu?

“Kafka, bu topraklarda yaşasaydı,” diye bir cümle kurmaktan vazgeçiyorum hemen. Çünkü, Kafka’nın bu topraklarda yaşadığına dair hiçbir kuşkum yok. Peki biz ne kadar seziyoruz etrafımızı kuşatan duvarların varlığını? O duvarların arkasında ne var biliyor muyuz? Daha ne kadar “önemsiz bir düşüncenin ağırlığını bile sezinlemekten aciz” olunabilir ki, bunca şey yaşanırken.

Kafka’nın sırrı, yüzeysel olandaki derinlik ile derin olandaki yüzeyselliği birarada düşünebilmesinde gizliydi. Bugün ihtiyaç duyduğumuz şey tam da bu. En basit gerçeklerin bile çarpıtılarak sunulduğu bu zamanlarda, her yazarın, her gazetecinin, her okurun biraz Kafka olması şart gibi geliyor bana. Çünkü hayata bütünlüklü bakabilme yeteneğinimiz olmadan, hayatı değiştirecek düşüncelerin varlığını sezmemiz mümkün değil.

Bülent Usta (Birgün, 17 Haziran 2009)

0 yorum: