ZIPLAMAYANLARA...

Posted: 10 Şubat 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Tekel işçileri iç düşman! Devlet bakanı, işçilerin eylemlilik sürecinde PKK’nin parmağı olduğunu söyledi ya… Bir zamanlar kendi partisi de ‘iç düşman’ muamelesi görmüş, hakkında kapatılma davası açılmıştı hatırlarsanız. Şimdi onlar, iç düşmanlar yaratıyorlar kendilerine… Ve bunu en ilkel argümanlarla gerçekleştiriyorlar. “Tekel işçileri, aslında işçi değil, terörist” demeye getiriliyor neredeyse… Tekel işçilerini iç düşman olarak nitelendiren hükümetin demokratlığından hâlâ kuşkuya düşmeyen kaldı mı acaba?

Bu tavır, belli bir kesimde yankı buluyordur mutlaka… Çalıştığım yayınevine gelen bir dağıtım işçisine, “Tekel direnişi için ne düşünüyorsun diye sorduğumda, “onlar da 3 milyar maaş alıyormuş” diyebildi örneğin. AKP’nin ‘halkı halka’ şikâyet etme politikasının etkili olduğunun bir kanıtıydı bu durum. Eczacılar ve doktorlar için de benzer bir faaliyet yürütülmüş, mağdurların rantiyeci kesimler gibi gösterilmesi sağlanmamış mıydı?

Altay Öktem’in Plan B Yayınları’ndan çıkan deneme kitabı ‘Yaram Yanlış Yerde’yi okuyorum bugünlerde. Öktem, kapitalizmin insanları refleks olarak zıplattıran bir sistem olduğundan bahsediyor kitabında… Hani kovboy filmlerinde, ayaklarının dibine ateş edildiğinde zıplayan insanlar vardır ya… Tıpkı onlar gibi herkes aynı anda zıpladığı için de, kimsenin zıpladığının farkında olmadığından bahsediyor. Zaten rahatsızlık veren nokta da Tekel işçilerin zıplamayı bırakmış olması. “Ayaklarımızdan vuracaksanız vurun, zıplamaktan yorulduk” diyen işçilerin varlığı, kapitalizmin dengesini bozuyor ister istemez. Çünkü zıplamayan birilerini görünce, zıplamaktan yorulmuş, bitap düşmüş olanların sayısı da artacak ister istemez. İşsiz kalma, aç kalma korkusuyla zıplamaya devam mı edeceğiz, yoksa Tekel işçileri gibi birlik olup, zıplamaktan vaz mı geçeceğiz?

Altay Öktem’in ironik bir dille, hayatın içine yaralardan sızdığı denemeler, romanlardan filmlerden esinlenerek, bize gösterilen ile gerçekte olan arasındaki uyumu bozmaya yönelik bir bakıma… Bunu, popüler kültürün dinamikleriyle yapıyor oluşu da, denemelere ayrı bir boyut katıyor. Kapitalizmin zıplatan gerçekliğinden öpüşmenin hayatımızdaki yerini sorgulamaya geçebiliyor örneğin. Kaleminin nereye varacağını kestiremiyor insan. Ama öpüşmek ile kapitalizm arasında doğrudan bağ olduğu da bir gerçek. Öpüşmek, Altay Öktem’in de altını çizdiği gibi toplumsal bir başkaldırı aynı zamanda… Foucault’nun, özne ve iktidar arasındaki temel sorunun arzu çatışmasından kaynaklandığını iddia ettiği çalışmalarını düşünürsek, cinselliği üreme faaliyetiyle sınırlandıran iktidarların, doğal olarak öpüşmeye karşı olduğu da söylenebilir. Öktem’in, öpüşmeye dair bu kadar uzun uzun yazması, bence bir tavır olarak takdiri hak ediyor. Ve bunu toplumsal bir eleştirinin içinden yapıyor oluşu…

Yaralara adanmış bu denemeler, aslında bireysel yaralarımızın toplumsal-siyasal yaralarımızla nasıl doğrudan alakalı olduğunu göstermesi açısından da oldukça önemli.

Başkaldıran İnsan

Mehmet Rifat’ın, hem ‘Kitap-lık’ dergisinde Sema Rifat’la birlikte hazırladığı André Gide dosyası, hem de “Varlık” dergisinde Albert Camus’nün ölümünün 50. yılı dolayısıyla yazdığı yazı, bu ayki dergi okumalarımın başında yer aldı. André Gide’le ilgili yazılar, günlükler, çeviriler, kapsamlı bir André Gide portresi çiziyor bize. ‘Kitap-lık’ dergisi, bu sayısını neredeyse tamamen Gide’e ayırmış. Mehmet Rifat’ın klasiklerin en moderni olarak takdim ettiği Gide’i, bu dosya üzerinden yeniden okumak, oldukça keyifli olabilir. Ama benim asıl üzerinde durmak istediğim, Mehmet Rifat’ın Camus yazısındaki, Camus/Sartre karşıtlığını maddeler halinde sunması…

Bildiğiniz gibi, Camus ve Sartre, birbiriyle rekabet ve çatışma içinde olan, Fransa’nın kültürel ve siyasi yapısını derinden etkilemiş çok önemli iki figür… İkisinin de varoluşçu olması, belki de tek ortak noktaları gibi gözüküyor. Ama ikisinin de varoluşçuluktan anladığı şeyler, o kadar birbirinden farklı ki… İşte bu farklılıkları, kısa kısa maddeler halinde özetliyor Mehmet Rifat… Sartre’ın mazlumun şiddetini savunan yaklaşımına karşı, Camus’nün terörizme karşı uyarıda bulunması ya da birinin Nobel Edebiyat Ödülü’nü alıp, diğerinin reddetmesi gibi, önemli farkların altını çiziyor. Sartre’ın, entelektüelin yerleşik, kurulu iktidarlara karşı başkaldırısını temsil ettiğini, Albert Camus’nün ise “demokratik bir sosyalizm” için mücadele ettiğini belirtiyor. Bu maddeleri ve ayrımları düşününce, kendi okumalarımdaki farkları düşündüm ister istemez. Çünkü bu iki yazarın ve düşünürün, benim için apayrı yerleri vardı. Romancı olarak ikisi de beni derinden etkilemişti. Ama Camus’nün ‘Başkaldıran İnsan’ adlı kitabının benim için çok ayrı bir yeri olduğunu itiraf etmeliyim. Öncelikle, Albert Camus’nün, her tür totaliterizme karşı kuşkucu bir bilinci yükseltmesi ve başkaldırıyı yorumlayışındaki iyimserlik, dikkate değer açılımlar barındırıyordu içinde. Tüm kutsalları, başkaldırının gerekçesi ve özgürlüğün önündeki bir engel olarak yorumlayışı, insanların birbirlerine bağlılığının başkaldırı ediminin koşulu olduğunu söylemesi gibi ayrıntılar, anarşizmden beslenen bir okumayı da kışkırtıyor ister istemez. Ama evet, mazlumun şiddetine Sartre gibi koşulsuz destek vermedi Camus… Çünkü, mazlumun şiddetinin totaliter bir eğilime dönüşme tehlikesinden çekiniyordu, tarihte yaşanmış olumsuz örneklere bakarak… Bu yüzden bu iki düşünürü, birbirlerinin karşıtı olarak görmek eğiliminde olmadım hiç. Pek çok açıdan karşıt olsalar da, birbirlerini tamamladıklarını düşündüm her zaman. Yani, Mehmet Rifat’ın yazısında altını çizdiği bu farklılıklar, birini ötekinden daha değerli ya da değersiz yapmıyor. Ama bu durum, iki düşünürün, birbirlerinden ne kadar farklı özelliklere sahip olduğu gerçeğini de değiştirmiyor. Zaten, Mehmet Rifat’ın da, bu karşıtlığın altını, onların daha iyi anlaşılması için çizdiği aşikâr…

Albert Camus de, Jean Paul Sartre da, hayatta olsalar ve bugün Türkiye’de yaşasaydılar, Tekel işçilerinin çadırını mutlaka ziyaret eder, destek verirlerdi…

Bülent Usta (Birgün, 10 Şubat)

0 yorum: