VURA VURA ÇOCUKLAR BİTER Mİ?

Posted: 15 Eylül 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Nâzım Hikmet’in en beğendiğim şiirini sorsalar, hiç düşünmeden “Saçları Saman Sarısı” derim. O uzun şiiri bir zamanlar ezbere bile bilirdim. O şiirde Nâzım’ın kendisiyle karşılaştığı bir sahne vardır: “oralarda on dokuz yaşıma rastladım /
birbirimizi birde tanıdık /
oysa birbirimizin yüzünü görmüşlüğümüz yoktu fotoğraflarımızı bile /
ama yine de birbirimizi birde tanıdık / şaşmadık el sıkışmak istedik /
ama ellerimiz birbirine dokunamıyor aramızda kırk yıllık zaman duruyor”

İşte o karşılaşma sahnesini her okuyuşumda, kendi on dokuz yaşıma dönerim. Acaba derim, şimdi karşılaşsam o halimle, beni neyle suçlar, neyi merak edip sorar, sever mi beni, yoksa kaçar mı benden? On dokuzunda daha yeni devletin şiddetiyle tanışmış, deli gibi âşık ve belki de o yüzden tekbaşına da kalsa hakikat bildiği şeye bağlı birisi olarak bulacağımı düşünürüm onu. Ama her şeye rağmen kafası karışık bir delikanlı olacağı da kesin. Paul Nizan’ın “Fesat” adlı romanında da değindiği gibi, yirmili yaşların hayatın en güzel çağı olmadığı kesin. Belki de yaşamı en çok ciddiye alanlar oldukları için öyle olsa gerek bu. Sanırız ki, kolayca ölümü göze alabilecek olmaları, ölümü hiç düşünmedikleri anlamına gelir. İnsanların bir zamanlar çocuk ya da genç olduklarını unutmalarını, alışkanlıkların o sihirli dünyasıyla açıklamak mümkün olabilir mi acaba? Bir zamanlar çocuk olduklarını unutanlar, yüzlerce çocuğu nümayişlerden toplayıp kelepçeleyerek cezaevlerine koyuyorsa, bir şeyleri, epeyce bir şeyleri unuttukları kesin. Peki ya bir oyuna katılır gibi nümayişe katılan on üç yaşındaki Vedat Turan’ı başından vuran kişi, tetiği çekerken ne düşünüyordu acaba? Karşılaşır mı acaba bir gün kendi on üç yaşındaki haliyle? Barışın gelmesi için daha kaç çocuk vurulacak?

Yakınlarda, aydınlar bir araya gelip ortak bir bildiri imzaladılar çocuklar vurulmasın, silahlar bırakılsın diye. O metne imza atarken, “aydınlar” denilen kişilerin geçmişten günümüze değişen konumunu sorgularken buldum kendimi.

Yıllar evvel kendisiyle yapılan bir söyleşide, Michel Foucault, entelektüelin işlev ve tanımının değiştiğini iddia etmişti. Onun bu iddiasını dile getirdiği 1977 yılında Türkiye’de entelektüel, solcu olmakla eşdeğerdi ve hakikat ile adaletin efendisi olarak evrenselin sözcüsü konumundaydı. Daha doğrusu, entelektüel dediğimiz kişi o yıllarda, gelecekten gelmiş ve bugün nerede yanlış yapıldığını ve güzel günlere nasıl kavuşacağımızı söyleyen havariler gibi davranıyorlardı. Ellerinde gelecekten getirdikleri kitaplar, hatta ideolojik formüller bile vardı. Bütün mesele, hangi formülün bizi daha hızlı geleceğe taşıyacağıydı.

12 Eylül darbesinden sonra, pek çok şey gibi entelektüelin tanımı da büyük değişime uğradı. Günümüzde entelektüeller, “evrenselin sözcülüğü” ya da insanlığın bilinci ve vicdanı olma gibi ağır yükümlülüklerden arındırılarak, sistemin değişik parçalarına monte edilmiş “spesifik” entelektüellere dönüştürüldü. Aslında bu süreç sadece Türkiye’de değil, dünyada da entelektüellerin bir zamanlar sahip olduğu konumu değiştirdi. Kürt meselesi, bizdeki entelektüel tanımının değişmesini epey bir geciktirdi aslında. Çünkü Kürtlerin 12 Eylül’den sonra yaşadığı süreç, Türkiye’nin Batı’sındakinin tam tersi politikleşmenin hızlandığı bir süreçti ve oradaki aydınlar, geleceğin sözcüleri olarak konumlarını yitirmediler. Günümüzde hiçbir Türk romancısı, yakınlarda kaybettiğimiz Kürt romancısı Mehmed Uzun kadar ilgi göremez bu topraklarda.

Foucault, “evrenselin sözcüsü” olan aydından “spesifik” aydına geçişimizin aslında olumlu yanları da olabileceğinden de bahseder. Spesifik aydınlar, eskiden olduğu gibi soyut bir bilinçle olaylara yaklaşmaktan uzak, daha somut bir bilincin taşıyıcısı konumundadırlar. Eskiden entelektüel, özgür bir bilince sahip yazarlardan oluşurken, günümüzde devletin ya da sermayenin hizmetinde çalışan mühendisler, doktorlar, sosyologlar, hukukçular gibi “spesifik aydınlar”ın ağırlığı artmış durumda. Bu durum, değişik bilgi biçimlerinin dolaşıma girmesi ve “spesifik aydınlar” arasında bilgi aktarımı ve paylaşımında bir zenginliğe neden olması açısından önemli. Ama bizdeki “spesifik aydınlar”ın iktidar arzusu öylesine karmaşık ve güçlü ki, bu sürecin olumlu yanlarını yeterince yaşadığımızı söyleyemeyeceğim. Böylesine vasat bir eğitim sisteminde, bunu başarmak da pek mümkün gözükmüyor şu an. Üniversitelerdeki akademik kadrolardan tutun, yaygın medyada görüş beyan eden gezetecilere kadar, yaşamın her alanında entelektüel kaygılardan uzak bir manzara var karşımızda. Bu da ister istemez geçmişin “evrensel aydını”na özlem duyanların çoğalmasına neden oluyor. Çünkü Foucalut’nun “spesifik aydınlar” dediği kesim ile halkın düşmanı ortaktır: Çokuluslu şirketler. Bizdeki “spesifik aydınlar”ın çoğunluğu ise, çokuluslu şirketlerin güdümünde yaşamaya fena halde alışmış durumda. Bu yüzden varlıklarını, halktan çok iktidarlara danışmanlık yaparak sürdürüyorlar. Bu durum, “spesifik aydınlar”dan tamamen vazgeçmeyi getirmemeli. İktidarlara değil, halka danışmanlık yapmalarını sağlayacak bir bilincin oluşmasını sağlayacak siyasi ortam da, halkın örgütlenme kabiliyeti ve şevkiyle mümkün olabilir ancak. Umberto Eco’nun güzel bir sözü var: “Devlet çok güçlü olduğunda şiir susar.” Şiir yazılsa da, her geçen gün daha fazla susuyor...

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Eylül 2010)

0 yorum: