ŞİFA NİYETİNE

Posted: 11 Mayıs 2011 Çarşamba by bülent usta in
0

İleride, kendimizi demokrat zannedip yaptığımız bu seçimlere, partilere, liderlerin atışmalarına, hatta liderlerin kendilerine, kendimize ve daha pek çok şeye, çok güleceğiz. Öyle çok güleceğiz ki, sinirlerimiz bozulacak. Sinirlerimiz bozulduğu için sinirlerimizi daha da bozacak kahkahalar atacağız ve o kahkahalar tarihin belli bir dönemini silip atacak hafızalarımızdan.

Bu hayatın, ünlülerin “survivor” saçmalıklarıyla geçiştirilemeyecek kıymette olup olmadığına toplum karar verene kadar, hafıza ya da akıl diye bir şey kalırsa tabii…

Eskiden televizyon başka bir şeydi sanki. Açılışı ve kapanışı belli olan, hayatımızın her anına sıçramayan, daha saygılı ve uzak bir şeydi. Yani hayatın gerisindeydi, çünkü hayat renkliyken, televizyon siyah-beyazdı. Bu yüzden, üstün olamazdı hayattan. Şimdiyse televizyon renklenmekle kalmayıp, gerçekle takas edilebilecek üç boyutlu bir dünya sunar hale geldi.

Peter Hook’un “No Television” kanalı, bence bu açıdan müthiş bir fikir: “Cümle cümle, edebiyatın en sevilen öyküleri ve romanlarının” aktığı bir ekran. Televizyon kumandanızda NoTV tuşu olup olmadığını kontrol edin. Varsa eğer, Saadet Özen çevirisiyle YKY’den çıkan Rodrigo Fresan’ın “Kensington Bahçeleri”ni, TV ekranından okuma şansını bulabilirsiniz belki. Peter Hook, “Kensington Bahçeleri”nde Keiko Kai adlı çocuğa, Peter Pan’ın yaratıcısı James Matthew Barrie’yi anlatıyor gece boyunca. İnanılmaz bir serüven içinde, değinmediği konu kalmıyor Peter Hook’un. Son zamanlarda okuduğum en iyi romanlardan birisi “Kensington Bahçeleri”. Daha da önemlisi Peter Hook diye birisinin varlığından bu sayede haberdar olmam.

Romanın bir yerinde Peter Hook şöyle diyor: “O devirdeki bütün devrimci çıkışların olabileceği ya da olabildiği kadar vasat, kaba ve kolaydılar mutlaka: Beyaz yerine siyah olsun, her şey tepe taklak olsun, savaş yerine barış, Chanel parfümün yerine de tefarik otu kokusu gelsin.”

Haksız sayılmaz Peter Hook. Gerçekten de böyle bir yaklaşımın kolaycılığına yeltenenlere hâlâ rastlıyoruz. Ama hayatın akışı, bu tür kolaycı yaklaşımlarla değiştirilemedi hiçbir zaman. Değişmeyecek de… Belki de hepimiz televizyonculuğu öğrenmeliyiz yeni baştan. Reklamcılığa, borsacılığa, hayata ve insana düşman olan her şeye daha yakından bakmanın yollarını aramalıyız. Foucault, cezaevlerine, akıl hastanelerine boşuna yakından bakmamıştı. Ya da Marx, kapitalizmi kapitalistlerden daha iyi çözümleyerek, kapitalizmi kendi dinamikleriyle alt etmenin yollarını aramamıştı boşuna. Bütün mesele, sahip olduğumuz birikimi kullanabilme kapasitemizde gizli. Ama var mı böyle bir niyet? Edebiyatçılarımız, Peter Hook gibi çareler düşünüyor mu? Gazetecilerimiz, gazete yazarlığını yeterince ciddiye alıp, üç boyutlu televizyonlarla mücadele etmek için başka boyutlara tüneller kazıyorlar mı? Kimse, “Survivor” programındaki ünlüler kadar bile yaptığı işi ciddiye almıyor desem, çok mu abartmış olurum? Çamurun içinde debelenip oyunlar oynayan bu yetişkin-çocukları seyreden toplumun, iç savaş atmosferi içinde, provokatör parti liderlerinin kışkırtıcı beyanatlarıyla seçime gidiyor olmasından daha doğal ne olabilir ki?

Peter Hook, romanın bir başka yerinde edebiyata dair şu tespiti yapıyor: “Gençlik 18. yy. edebiyatının mirasıydı. 19. yy. çocukluğu, 20. yy. ise ilk gençlik çağını göklere çıkardı… 21. yy. hangi yaşa sahip çıkacak acaba? Cüretimi hoş görürsen ihtiyarlık diyeceğim, bence 21. yy. sağlıklı ve umutsuz ihtiyarla dolup taşacak.”

İhtiyarlık ile yaşlanmak, her zaman apayrı şeyler gibi gelir bana. Her yaşlanan ihtiyarlamaz, ama her yaşta ihtiyarlara rastlayabiliriz. İşin kötü tarafı, televizyonlaşan hayat, çocukları yetişkin, yetişkinleri de çocuklaştırırken, aslında herkesi birer umutsuz ihtiyara da dönüştürme tehlikesini yarattı. Bu duyguyu, her sokağa çıkışımda yaşıyorum. Genci yaşlısı, sanki herkes aynı yaştaymış gibi geliyor bana. Aynı telaşı, aynı hüznü, aynı korkuyu görüyorum insanların yüzlerine bakınca. Sanki insanların bedenleri oradayken, ruhları twitter ya da facebook’ta, bir televizyon dizisi ya da reklam panosundaymış gibi… Belki yanılıyorum. Belki hayatın ve insanın sürprizlerle dolu varlığını unutuyorum sık sık. Belki, bize sunulduğu gibi, hayatın üç boyuttan ibaret olduğunu zannedip, sanatın boyutlararası yolculuklarını görmekte zorlanıyorum. Ama dünyanın ve kaç yaşında olursa olsun insanların ihtiyarladığını görmek için, sadece belediye otobüsüne binmek bile yeterli. Kendimi böyle anlarda, ölmek üzere olan ihtiyarlamış insanlığımızın başucunda bekliyormuş gibi hissediyorum. Bütün mesele, edebiyatı, başucunda beklediğimiz insanlığı yeniden diriltecek doğru sözcükler bulmak için mi, yoksa ölmek üzere olanın vasiyetini yazmak için mi kullandığımız. Belki de aynı şeydir ikisi de: İnsanlığın vasiyeti, şifası da olabilir mi?

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 11 Mayıs 2011)

0 yorum: