12 EYLÜL SUYU

Posted: 3 Temmuz 2011 Pazar by bülent usta in
0

2007’de ressam ve şairlerimizden Komet ile editörlüğünü yaptığım şiir kitabı “Olabilir Olabilir” hakkında keyifli bir söyleşi yapmıştık. O söyleşinin son cümlesi, Komet’in 1960’larda yazdığı bir dizeyle bitmişti: “Herkes bir şey söylüyor, böylece devam ettiğini anlıyoruz.”


Peki ya gerçekten herkes bir şey söylüyor mu? Yoksa bir şey söylüyormuş gibi yapmayı alışkanlık haline getirenlerin devamlılığına mı tanık oluyoruz? Mesela Kürt sorunu hakkında söylenenlerin ne kadarı dinleniyor, ne kadarı bıktırıcı olacak kadar tekrar, ne kadarı çözüme yönelik? Bunu tespit etmek için televizyon kanallarındaki konuyla ilgili tartışmalara bakmak ya da köşe yazarlarının yazılarını taramak yeterli. Söylenen şeylerden sadece sorunların daha da çetrefilleşerek devam ettiğini anlıyoruz. Çünkü sorunun çözümü için bir şeylerin söyleniyor olması yeterli değil. Yumurta kapıya dayanmadan sorunu çözme gibi bir alışkanlığımızın olmaması da cabası. Deprem olup binlerce kişi öldükten sonra, deprem için önlemler almamıza benziyor yaşadığımız her sorun. Kürt sorununun deprem sorunundan hiçbir farkı yok. Otuz bin kişi öldükten sonra böyle bir sorunun varlığı herkes tarafından ancak kabul edilebilmesi acı bir gerçek değil mi? Peki ya herkes böyle bir sorunun varlığı konusunda hemfikirken, deprem sorununa yönelik çözümlere benzer yarım yamalak, göstermelik çözümlerle insanları oyalamaya çalışmanın sonuçlarını hesaba katacak bir “ortak akıl”dan yoksun oluşumuzu nasıl açıklayabiliriz?

“Ortak akıl” üretemeyişimizin en önemli nedeni, gerçekte nasıl bir sorunun içinde yaşadığımızın farkında olamayışımız aslında. Batı’da yaşayan birisinin, medyanın ve siyasetin kuşatıcı, yok sayıcı dilinden sıyrılarak Kürt sorununu anlayabilmesi kolay bir mesele değil çünkü. Geçen yıl kaybettiğimiz Evrim Alataş gibi yazarların varlığı bu yüzden çok önemli. Evrim Alataş, sorunun varlığını hissettirmek için canla başla yazdı hep. Son yazılarından birisinde şöyle sesleniyordu, Kürtlerin neden isyan ettiğini anlamayanlara: “Arkadaş, üç bini aşkın köyü yaktınız mı? Yaktınız. Binlerce insanı göç ettirdiniz mi? Ettirdiniz. Peki, köy yakma ve yıkma ‘işlemleri’ esnasında milleti meydanlara toplayıp belirli çaplarda Nazi uygulamaları yaptınız mı? Eh onu da yaptınız. Sonra o millet göç ettiği şehirlerde bir kuru ekmeğe muhtaç kaldı mı? Kaldı. Bu çocuklar üniformalardan ve devleti çağrıştıran her şeyden nefret eder hale geldi mi? Geldi... Nefreti için yeterince nedeni var mı? VAR! Öyleyse efendim, susunuz, ‘ekmeğini yediği ülkesine ihanet etmek’ laflarını bırakınız. Çünkü siz, ülkenin ekmeğini yemiş olabilirsiniz, bilemem ama Kürt dediğin dayağını yemiştir bu ülkenin. Çok istiyorsan gel sen de ye, bu sofra herkese açık.”

David Foster Wallace adında, Siren Yayınları’nın peş peşe kitaplarını yayımladığı yazarın “Bu Su” adlı kitabı, iki genç balığın yüzerlerken yaşlı bir balıkla karşılaşmasıyla başlıyor. Yaşlı balık, genç balıklara, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sorar. Genç balıklar, bu sorudan bir şey anlamaz. Çünkü suyun bilgisine sahip olmaları, suyun dışına çıkamadıkları için mümkün değildir.

Wallace, balık hikâyesinin ana fikrinin “gözümüzün önündeki en bariz, önem arz eden ve yaygın gerçeklerin çoğu zaman anlaşılması ve anlatılması en zor şeyler olmalarıdır” diye yazmış.

Bizi sarmalayan sorunlar, balıkların suyun içinde olup suyun ne olduğunu bilememelerine benziyor biraz. Bizim suyumuz, 12 Eylül’den başka bir şey değil aslında. Ben kendimi bildim bileli 12 Eylül’ün içinde yüzüyorum. 12 Eylül bilgisine elbette sahibim, ama sahip olduğum bilgi, 12 Eylül’süz bir yaşamın nasıl olabileceği bilgisinden yoksun olduğu için, her zaman eksik bir bilgi olarak kalmaya devam edecek. Çünkü 12 Eylül, 12 Eylül 1980’de de başlamış bir şey gibi de gelmiyor bana. Otuz yıldır değiştirilemeyen bir anayasanın varlığı bile, içinde bulunduğumuz suyun derinliğini anlamak için yeterli aslında. O kadar derin bir su ki, suyun içinde ne olup bittiği öyle kolay kolay seçilemediği gibi, suyun yüzeyine ne kadar yakın olduğumuzu da bilemiyoruz. Aşağısını ya da yukarısını seçemediğimiz bir suyun içinde, balık hafızalı insanlara dönüşmemiz ve gördüğümüz en ufak bir parıltıya can havliyle koşmamız, uyanık siyasetçilerin oltalarına yakalanmamızı kolaylaştırıyor ister istemez. Anayasa hukukçularının topluma giydirilmiş deli gömleğine benzettiği 12 Eylül Anayasası’ndan otuz yıldır kurtulamayışımızın başka bir açıklaması olabilir mi?

Seçimlerin hemen ardından, Hatip Dicle üzerinden yaşanan tartışmalar, Blok milletvekillerini meclise sokabilmek için seferber olmuş toplumsal gücü yılgınlığa sürükleme çabası gibi gözüküyor. Siyasetin seyirlik bir medya gösterisi ve parlamentodan ibaret olup olmayacağı, terbiye edilmek istenen o toplumsal gücün mücadelesine bağlı bir bakıma. Hatip Dicle’nin meclis kürsüsüne çıkıp çıkmayacağı, sadece bir hukuk meselesi olarak değil, halkın iradesine sahip çıkma mücadelesi olarak görülmeli. Yoksa, bu bulanık sularda “yalancı yemler”le daha çok balık avlanır...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 29 Haziran 2011)

0 yorum: