Bulut olunmalı...

Posted: 7 Ağustos 2014 Perşembe by bülent usta in
0

Sonra İsrail, Gazze’den geri çekildi, arkasında yüzlerce ceset, bombalanmış okul ve hastane bırakarak. Fırsatçılık yapmıştı, daha fazlası için başka bir fırsat kollayacaktı artık. Biz ise çoktan geri çekilmiştik dünyadaki çoğunluk gibi. Guy Debord’un, insan seyre daldıkça daha az var olur dediği gibi, neredeyse yoktuk... Giysilerimiz üzerimizdeydi, yiyeceklerimiz içeceklerimiz masada, kederlerimiz ve sevinçlerimiz bulutlar gibi üzerimizden geçiyordu... Gezi’nin mucizesi, insanların seyretmekten vazgeçip sokağa, yani hayata karışmasıydı ya, şimdi mutsuzluk ve umutsuzluk bu kadar kolay yayılıyorsa, yeniden seyre daldığımız içindir.

Ama var bir rahatsızlık, uzun sürmez bu derin sıkıntının ortaya çıkmak için çatlağını bulması… Sadece ne yapacağını bilemiyor insanlar, bilemiyoruz. Allen Ginsberg, “Toplu Halüsinasyonlar” kitabında “Gençler gezegenin bu Amerikan versiyonu karşısında kendi başlarına ne yapabilirler ki?” diye sorarak, gençler için bir tür eğitim merkezleri kurulmasını önermişti. Ginsberg’e göre bütün mesele, insanın içindeki boş alanların araştırılmasıyla çözülecekti, toplumsal kurtuluş bireysel özgürleşmeyle mümkün olacaktı. Ranciére içinse, insanların kendi kapasitelerinden habersiz olmasıydı en önemli mesele. “Cahilin kapasitesini kullanırken karşılaştığı engel cehaleti değil, cehaletini onaylamış olmasıdır” diyordu bir yazısında. Televizyonlarda karşımıza çıkarılan uzmanlar ordusu, tam da bu onay içindir aslında; politikacıların her şeyi biliyormuş gibi davranması, had bildirmesi...

Ranciére, “Özgürleşen Seyirci” kitabında kendi siyasi deneyimlerinden bahsederek, devrim için iki karşıt talebin uygulandığını ve ikisinin de başarısız olduğunu söyler. Birine göre, toplumsal sistemi anlayanların, bu sistem yüzünden acı çekenlere anladıklarını öğretmeleri lazımdı ki, onlar da mücadele için donanımlı hale gelebilsinler. Diğerine göreyse, bilgili olduğu farz edilenler aslında, sömürü ile başkaldırının ne demek olduğundan anlamayanlardı ve cahil gördükleri işçilerin yanında asıl kendilerini eğitmeleri gerekiyordu. Bu iki karşıt talebin çıkışsızlığını, bu topraklarda yaşanan deneyimlerde de görmek mümkün. Doksanlarda bir grup üniversiteli gencin, okullarını bırakıp fabrikalarda çalıştığına tanık olmuştum, yaşadıkları hüsran ağırdı, yeniden okudukları okullara dönmenin çaresini aramışlardı. Gezi’de de solun tavrı bu birbirine zıtmış gibi görünen iki yaklaşımla sınırlıydı. Meselenin, direnişe katılanlara bir şey öğretmek ya da onlardan bir şey öğrenmek olmadığı anlaşılamadı bir türlü. Çünkü iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemiyor toplumsal ilişki biçimleri. Ya tabi olacaksın, ya da buyuran, öğreten… Ama Gezi’de olan şey, herkesin kendi öznelliği içinde yapıp ettiğiydi, gitarı olan şarkısını söyledi, resim yapan duvarları boyadı, yemek yapan yiyecek getirdi; bütün görüşler, zekâlar, varoluşlar, kimlikler eşitti. Forumlarda söz alan herkes, ne hissediyor ya da düşünüyorsa konuştu, konuşurken düşündü, öğrenirken öğretti…


Özgürleşen seyirciler olarak, kendi hikâyelerimizin oyuncuları olmamızın önündeki engelin ironik veya melankolik rıza biçimleri olduğunu söyleyen Ranciére’e katılmamak imkânsız. Ranciére, canavarın karnına sıkışıp kalmak olarak tanımlıyor, “ahmaklara realite-şovlar, kurnazlara ise sayısız kendini değerlendirme olanağı” sunan, yapılan her şeyin, hatta o canavarı öldürme çabasının bile canavarı güçlendirdiğini savunan ironik veya melankolik bakışı… İsrail’in Gazze’de insanlar seyretsin diye yaşattığı dehşet, tam da bu melankoliyi güçlendirmek üzerine kuruluydu, toplumsal ilişkilere öfke pompalayarak insanların kabuğunu kalınlaştırıp duyarsızlaştırmak için… Bu yüzden öldürülen Filistinli çocukların, yaşarlarken nasıl güldüklerini de hayal etmeliyiz. Keder ve sevinçlerimiz, üzerimizden bulutlar gibi geçmez o zaman, bulutlara karışır, bulut oluruz biz de… Nâzım Hikmet’in “Deniz olunmalı, oğlum, / bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla” dediği gibi…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Ağustos 2014)

0 yorum: