Yırtıcı kuş

Posted: 21 Şubat 2017 Salı by bülent usta in
0

Şifayı kaptığım için iki gündür evden dışarı çıkamıyorum. Hasta olmayı bir avantaja çevirip kendimi okumaya yazmaya versem de içimde bir sıkıntı. “Kaptana oy vermezseniz gemi batacak” diye anons yapılırken, sırası geldikçe insanların güverteden denize atıldığı bir gemideymişim gibi hissediyorum. Rotası olmayan geminin etrafı, korsan gemileri ve köpek balıklarıyla çevrili, delik deşik edilmiş gövdesi, su alıyor.

Paul Auster’ın "4321" adlı romanını okuyorum. Bazı yazarlar hastayken okunmalı, bazıları âşıkken, bazıları yolculukta… Hastayken her şeye olduğu gibi okuduğum metne de direncim azalıyor, serbest algıyla metnin bütününde değil, parçalarında kayboluyorum. Battaniye, ıhlamur, klasik müzik, kendime şefkat göstermeye çalıştığım yağmurlu bir gün…

Sabah, temiz hava almak için balkona çıktığımda onu, o yırtıcı kuşu görene kadar her şey olması gerektiği gibiydi. Devasa kuşla göz göze geldiğimde korkmuştum önce. Ne kartala, ne şahine benziyordu, ama gagası, dik bakışları, tüyleriyle yırtıcı bir kuş olduğu belliydi. İstanbul’un göbeğinde, ancak Amazonlar’da ya da yüksek dağların yalçın kayalıklarında rastlayabileceğim vahşi bir hayvanla göz göze gelmek... Gözlerimi ondan alamıyordum, büyülenmiştim. Hipnotize edici bir bakışı vardı. Beni görmek onu ürkütmemişti, bir şeyden korkma ihtimali yoktu.
Sonra uçtu… Belki sizin de balkonunuza, pencerenize konmuştur, bir şeyin çağrısı gibi…

Onu gördükten sonra, hastalığımı unutmuştum, unutturmuştu. Nedenini düşündüm, başka bir hayatın, hayatın kendisinin korkusuz, direngen bir sembolü, hatırlatıcısıydı. İnsanda gitme hissi uyandırıyordu. Deleuze’ün, “Diyaloglar”da yazdığı gibi bir gitme: “Kaçmak ne kımıldamaktır, ne de tam manasıyla seyahat etmektir.” Fransız usulü seyahatlerle dalga geçiyordu, kendi benliğini de yanında götürmekle yetinen: “Oluş coğrafidir. Bunun eşdeğerini Fransa’da bulamayız. Fransızlar çok insancıl, çok tarihsel, geçmişin ve geleceğin çok endişesindedirler. Onlar zamanlarını nokta koymaya verirler. Zamanlarını gelecek ve geçmiş tarihî terimlerle düşünürler, oluşu bilemezler. Devrim için bile, devrimci olmak yerine devrimin geleceğine kafa yorarlar.”

Kitaplarımı ve defterimi sırt çantama yerleştirip kendimi dışarı attım. Gözlerim hep yukarıdaydı, belki onu bir daha görürüm umuduyla. Dormael’in “Yeni Ahit” filminde vardı, bir kuşun peşine takılıp çok uzaklara giden adam. Kuşun onu götürdüğü yer, hayalini bile kuramayacağı güzellikte bir yerdi, işini gücünü, sınırları belli rutin hayatını geride bıraktığı.

“En büyük yanlışlık, kaçış çizgisinin yaşamdan kaçışı içerdiğini sanmak olacaktır; düşgücünde veya sanatta kaçış. Kaçmak, tersine gerçek üretmek, yaşamı yaratmak, kendine bir mücadele silahı bulmaktır” diye yazmıştı Deleuze.
Balıkçılar Kahvesi’ne geldiğimde, üşümüştüm iyice, hastalığımı hatırlamıştım. Osman Abi, zencefil çayı yaptı hemen. Nereye baksam o yırtıcı kuşu görüyordum.

Cogito’nun yeni çıkan Jean-Luc Nancy sayısını almıştım yanıma. “Tarihimizin Yükü” adlı yazısında, artan dini fanatizm ve şiddete dair şu sözü gözüme çarpmıştı ilk: “Bir dünya çözülürken delilik çığrından çıkar.” Bu şiddet dalgasına, intihar bombacılarına şaşırmamıza şaşırıyordu Jean-Luc Nancy, tek kutuplu küreselleşmenin, sömürge sonrası dönemin giderek artan enerji ve finans ihtiyacının, ufuktan ve tutarlılıktan mahrum hukuk devletinin, politik hakları yok sayan liberal köktenciliğin, temsili demokrasi krizinin ve daha pek çok şeyin bugünleri hazırladığını anlatarak, Augustinus’un bir sözüyle bitiriyordu yazısını: “Ruh, baskı altındaki tenden kaçar.” Bu çağın ruhu kaçalı çok olmuştu, onu bulmak için Deleuze ve Guattari’nin bahsettiği kaçış çizgilerine ihtiyacımız vardı.

Zencefil çayını yudumlayarak ufku kapatan yağmur bulutlarını izlemeye koyuldum. Yırtıcı kuşu düşünmek yazma ve yaşama isteğimi arttırmıştı. “Gerçek, yarına bırakılmamalı” diye not düştüm defterime, gerçeğe kaçacaktım, o yırtıcı kuşun peşinde…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 22 Şubat 2017)

Umutsuzluğa isyan

Posted: by bülent usta in
0

Yıllar sonra bugün yaşananlara, kimin nerede ne yaptığına, olup bitenlere dikkatle bakarak yazacak o insanı düşünüyorum. Bir Gezi’ye bakacak, bir de katliamlara, darbe girişimine, intihar bombacılarına, iş cinayetlerine… Milyonlarca insanın yurtlarını terk edişine, Trump’ın seçilişine, Avrupa’nın kendi derdine düşüşüne, küreselleşme karşıtı hareketlerin umut dolu yükselişinden küresel terör saldırılarının karanlığına…

Bugünleri acımasızca yargılayacağını sanmam. Muhtemelen bütün dinamiklere bakacaktır. Çok hızlı olmuş her şey diyecektir. Üniversitelerdeki, fabrikalardaki direniş örneklerini öne çıkaracaktır. İnsanlar önceleri korkuyorlardı, kime güveneceklerini ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı diye not düşecektir. “Ta ki, o güne kadar…”

Gelecekte bugünleri yazacak o kişiyi, o kadını düşlüyorum. Yazarken kedisi de omzunun üstünden yazdıklarına bakıyordur. Hepimiz, sahafların önlerindeki kutulara terk edilmiş tanesi bir lira olan eski siyah-beyaz fotoğraflardaki yüzler gibi unutulup gitmiş, şimdi yaşadığımız evlerde başkaları yaşıyor, yürüdüğümüz sokaklarda başkaları yürüyor, parklardaki ağaçların altında başkaları oturuyorken. O kadının televizyonlardaki izdivaç programlarına ve dizilere şaşkınlıkla bakıp yaşanan süreci anlamlandırmaya çalışmasındaki çaresizliği, gülümseyerek hayal ediyorum.

Topladığı gazete kupürlerinden birisinde, bu yazıya denk gelir belki... Ona şöyle seslenmek isterdim: “Zannettiğin gibi değildi hiçbir şey. İçine girebileceğimiz bir tarih bedeni yoktu, çürümüştü, lime lime dökülüyordu. Kendisine yeni bir beden arayan sahipsiz ruhlara benziyorduk. Eğer bu yazıyı, bir yıkımın ardından okuyorsan, her tür aşırılığın bir dengeye kavuşacağı o bedeni bulamamışız demektir. Eğer bulmuşsak o bedeni, şimdi yaşadığın hayat, incelediğin bu tuhaf irrasyonel zamanlardan alınan dersler sayesindedir.”

Yazdığım notu beğenmeyip üzerini karalıyorum. Turgut Uyar’ın şiirlerini bilen ve seven bir kadın olarak hayal ediyorum onu bu defa. “Açlık Çoğunluktadır” şiirini anlayabilir miydi bu çağı yaşamadan? Ya da “Geyikli Gece”deki “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar / Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı. / Ama geyikli geceyi bulmadan önce / Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk” dizelerini okuduğunda içi titreyecek mi? “Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı” dizesini okurken hüzünlü bir gülümseme belirecek mi dudaklarında?..

O kadını hayal ettikçe, bedenleşiyor zihnimde. Penceresinden Galata Kulesi’ni görebildiği bir evde hayal ediyorum onu. Geçen hafta çocuklara topu atarken kırdığım camın olduğu evde. Artık ne o çocuklar var, ne ben, o ev de muhtemelen yıkılmış ve yerine yenisi yapılmış olacak. Ona yeni bir not yazma ihtiyacı duyuyorum: “Evet, senin de bildiğin gibi, çok zor zamanlardı. Yerlerde sürüklenen akademisyenler, hapsedilen gazeteciler, savaş ve ölüm haberleri… Naylondandı, ters yüz olmuştu her şey. Ama bütün bu acıları korkusuzca karşılayanlar da oldu, kendilerindeki ve ötekilerdeki imkânsızı talep ederek, bu trajik çağın sadece vaatlerine değil, mutsuzluklarına da kucak açarak… Biliyorlardı çünkü, yeni bir tarihin bedeni içinde doğmazlarsa, sahipsiz ruhlar olarak sonsuza kadar kaybolacaklarını…”

Bilmem kalır mı bu yazı geleceğe? O kadın, bu yazıyı okuduğunda ne düşünür? Galata Kulesi yerinde durur mu? Sokaklarda top oynar mı çocuklar? Bu gazete, o kadının yaşadığı zamana kadar çıkmaya devam eder mi? Kesin olan bir şey varsa, şimdilik hayatın devam ettiği… Umut, umutsuzluğa isyandır.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 15 Şubat 2017)

Kaynayan kazan

Posted: 14 Şubat 2017 Salı by bülent usta in
0

Her şey ne kadar hızlı gelişiyor. Katliamlar, darbe girişimi, savaş, ekonomik kriz, Varlık Fonu’na devasa bir sermaye devri ve başkanlık referandumu… Bütün bu hız ve panik, Gezi’den sonra başladı sanki. Gezi’den önceki hayatımı düşünüyorum da, bugüne göre durağan bir hayattı. Beyoğlu’nun eski apartmanlarından birisindeki bir yayınevinde editörlük yapıyordum. Huzurlu bir yerdi, herkesin derin bir sessizlik içinde çalıştığı. Çalışma masamdan başımı kaldırdığımda pencereden karşıdaki kilisenin pencerelerine konan güvercinleri görürdüm. Çalıştığım kitaba dikkatimi vermekte zorlandığımda İstiklal Caddesi’nde kısa bir yürüyüş molasına çıkardım. O yürüyüşlerde bu sürecin hızlanacağına dair düşünceler de gelirdi aklıma. Gidişat belliydi, ne söylenip yazılıyorsa gerçekleşiyordu. Yetinmeyecekler deniyordu, yetinmiyorlardı, hep daha fazla… Durduğu an düşeceğini bilen çizgi film kahramanları gibi…

Nedense, belki çocukça bir his, Nâzım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in yetiştiği bu topraklarda, eninde sonunda iyilerin kazanacağına inandım hep. Dinlediğim türkülerin, ağıtların, şiirlerin çocukluğumdan beri bana söylediği buydu. 12 Eylül Darbesi, kentlere göç, 90’lardaki kıyım, çarpık modernleşme, vahşi kapitalizm, toplumsal çürüme, bir dolu başka etkenin üst üste gelmesinin olmazsa olmaz sonucu yaşanıyordu şimdi. Bütün bu süreç, referandumdan “hayır”ın çıkmasıyla başka bir seyir alabilir, bu topraklarda umudu yeniden diriltebilirdi.

Eskiden yaptığım gibi kısa bir yürüyüş molası için İstiklal Caddesi’ne çıktım. Çok zaman geçmişti. Caddenin ortasından geçen tramvay yolunda çalışma yapılıyordu, toz toprak... Sokak müzisyenleri, mağazalar, her şey değişmişti. Kalabalık olmasına rağmen terk edilmişlik duygusu verdi bana cadde, koyu bir yalnızlık... İnsan hemen gitmek istiyordu buradan, arka sokaklarına kaçıp kaybolmak… Toplumsal dönüşüm, İstiklal Caddesi’ne bakarak anlaşılabilirdi. Renkleri solan bir ülke…

Galata Kulesi’nin oralarda, dokunulmamış bir sokağın içine gizlenmiş çay ocağı buldum. Nasıl olduysa girilip mahvedilmemiş bir sokak… Çocukların oyun oynadığı, kapı önlerinde oturup sohbetlerin yapıldığı, gençlerin köşe başlarında toplaşıp işler çevirdiği canlı bir sokak. Yanımda, Niyazi Berkes’in YKY’den çıkmış “Felsefe ve Toplumbilim Yazıları” adlı kitabı vardı. Hüseyin Rahmi hakkındaki 1945 tarihli yazısına takılmıştım. Hüseyin Rahmi, karamsar bir yazardı ülkenin gidişatına dair. Ta o zamanlardan, bu düzen değişecekse, bunu kurnazların, hile ve gasp yoluyla yapacaklarını yazmıştı. Hile ve gasp…

Niyazi Berkes, Hüseyin Rahmi’nin sıklıkla toplumsal çürümeden yakındığını anlatıyordu kitapta romanlarından örnekler vererek: “Cemiyette ahlaksal bir başıboşluk alabildiğine gider. Bir tarafta toklar kendi menfaatlerine uydurulmuş kaidelerin kalkanı altında, en meşru ve şatafatlı namlar altında küplerini doldurmak hummasıyla meşgulken, öte yandan açlar karınlarını doyurmak için gayri meşru sayılan her vasıtayı zaruri, meşru görmeye başlarlar. (…) Evet, geçmişte ahlak, din kaideleri vardı. Ama bunlar da sadece hayvani hayat mücadelesini peçelemek için uydurulmuş şeylerdi. O zaman insanlar bunlara inanırlardı. Fakat kazan hep içten kaynıyordu; şimdiki gibi kapağı kalkmamıştı; şimdi kapak kalkmış, her şey açığa vurulmuştur. Zaten insanoğlunun en büyük ızdırabı yalana inanışı, bu büyük hamakatidir. Daha kötüsü, buna cemiyette sadece ezilenler inanıyor. Kurnazlar yine her şeyin tepesindedirler.”

Hüseyin Rahmi’nin karamsarlığı, ne kadar haklı da olsa işlemiyordu içime. Çok eskiden daha beter karamsarlıklara kapılmışlığım olmuştu, ama Niyazi Berkes’in de yazısında bahsettiği gibi bu bir “kör döngü”ydü, bir yere varılamayan. Sadece bu toprakları değil, bütün dünyayı kaplayan, Niyazi Berkes’in tabiriyle “değer bunalımları”nı anlamak, Hüseyin Rahmi’nin arzuladığı o yüksek insani ülküleri gerçekleştirmenin anahtarıydı. Karamsarlığın kolay ve teslim olanı değil, umuda açık ve isyankâr olanı güzel olmuştu hep. Çay ocağında oturduğum masaya, sokakta oynayan çocukların topunun çarpması, çektiğim şutun karşı apartmanın camını kırması ve bir dolu hadisenin ardından, çocuklarla Galata’dan Karaköy’e doğru koşarken buldum kendimi. Sonradan geri dönüp kırılan camın parasını verecek olsam da, bu dokunulmamış sokağın hikâyesine bir yerinden girmiştim, çıkmaya niyetim yoktu.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 8 Şubat 2017)

Hayır diyebilmek...

Posted: 7 Şubat 2017 Salı by bülent usta in
0

Havalar azar azar ısınıyor. Deniz durulduğu için belki, bir durgunluk var üzerimde, kaç gündür fırtınayla coşup dev dalgalarla dalgakıranı dövüyordu. Denizi aşka benzeten yazarlar haklı, ne zaman durulacağı ya da ne zaman dev dalgaların ortaya çıkacağını kestirmek zor.

Durgunluk güzel geldiğine göre, yorulmuşum. Şöyle ülke gündeminde sadece sıradan haberlerin olacağı günler gelecek mi? Balıkçılardan ilginç hayat hikâyeleri dinlemeyeli çok oluyor, herkesin dilinde referandum. Ama nasıl da bilinçliler, televizyonda dinledikleri ya da gördükleri şeyleri, zihinlerinde bir filtreden geçirip düzelterek anlamanın bir yolunu bulmuşlar. O filtrenin tek sorunu, çalışırken bol küfür sesi çıkarması.

Uzaktan balıkçı tekneleri geçiyor, radyoda eski bir şarkı. Eski kitaplar okuyorum. Kitabın eskisi olur mu? Kant okuyorum, Tolstoy’un romanlarını almışım yanıma. Hiçbiri eski değil, hayat eski. Max Weber’in evlenme teklifi ettiği Marienne’e söylediği şu sözleri buluyorum Perry Anderson’ın “Tarihten Siyasete Eleştiri Yazıları”nda: “Tutkunun yüksek dalgaları, etrafımız karanlıkla sarılı - yüce gönüllü yoldaşım, inzivanın sessiz limanından çıkıp yüksek denizlere açıl benimle, orada ruhların çatışmasından büyüme doğar ve gelip geçici her şey yitip gider. Ama düşün: Altındaki bütün o çalkantıya rağmen denizcinin aklı ve yüreği açık olmalıdır. İçimizdeki bulanık ve gizemli ruh hallerine kaptırmamalıyız kendimizi. Çünkü duygular kabardığında, dümeni serinkanlılıkla çevirmek için onları dizginlemek gerek.”

Max Weber’i sosyoloji kitaplarından bildiğim için, eşine yazdığı bu satırlar gülümsetiyor. En duygulu anlarda bile akıldan vazgeçmeyişi, duygularına karşı tavrı nasıl da entelektüel duruşuyla tutarlı. Akıl ve yürek açıklığını, “bulanık” ve “gizemli” ruh hallerinin karşısına koymuş. Weber’in dediğini yapmam zor, aklımı ve yüreğimi açmak, ister istemez bende bir bulanık ruh hâli yaratıyor.
Her şeyin dağıldığı, dünyanın bu ıstırap verici koşullarında, “bulanık” ve “gizemli” bir ruh hâline kapılmamak, öyle güç ki… Ginzburg’e göre bu dağılma ve ıstırap verici koşullarda din, kendi içinde tahammül edilemez bir hayata biraz olsun katlanabilmeleri için insanlara sığınak oluyor. Bu yüzden dini horgörmek yanlış, ama “popüler kültler”in insanları gerçeklikten koruyarak verdiği huzur da aldatıcı ve tehlikelidir diyor Ginzburg, Weber’e hak vererek.

Geçenlerde Türkiye’ye gelen Pen International’ın Onursal Başkanı ve Nobel Edebiyat Komitesi Üyesi Per Wastberg de, Türkiye’deki yazarları “bulanık” ve “gizemli” bir ruh hâli içinde bulmuştu. Cumhuriyet’e verdiği röportajda şöyle söylüyordu: “Bu ziyaretimde öncekilere nazaran çok farklı bir Türkiye görüyorum. Çok büyük sıkıntı içerisinde, ciddi bir düzensizliğin hâkim olduğu, yazarların zulüm altında olduğu bir Türkiye’yi gözlemliyorum. Yazarlara şu soruyu yöneltiyorum: ‘Tünelin sonunda bir ışık görüyor musunuz?’ Görmediklerini söylüyorlar. Belki de Türkiye şu ana kadarki en ümitsiz döneminden geçiyor.” Sonra da Başkanlık Referandumu’nu işaret ederek, referandumdan “Hayır” çıkarsa, tünelin sonunda bir ışığın görünebileceğini de belirtiyordu Wastberg.

Bu en ümitsiz dönem, bir “Hayır”la sona erer mi bilmiyorum. Eduardo Galeano’nun “Biz Hayır Diyoruz” kitabındaki gibi çoğalan “Hayır” haykırışları lazım bize: “Paranın ve ölümün övülmesine hayır diyoruz. En çok malı olanın en değerli olduğu, mallara ve insanlara fiyat biçen bir sisteme hayır diyoruz. Silahlara her dakika iki milyon dolar harcayan ve her dakika otuz çocuğu açlıktan ya da iyileştirilebilir hastalıktan öldüren bir dünyaya hayır diyoruz.”

Pavese’in “Kâğıt İçicileri” şiirini buluyorum sonra defterimde, “bulanık” ve “gizemli” bir açıklıkla yazılmış: “Yazgı değildi acı çekiyorsa dünya / gün ışığıyla küfretmeye başlıyorsak: / İnsandı suçlu olan. Hiç olmazsa gidebilmeliyiz / aç ama özgür olabilmeli / hayır diyebilmeliyiz…”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Şubat 2017)

Soğuk gülüş

Posted: by bülent usta in
0

Kadıköy’de sokaklarda yatıp kalkan genç bir adam… Kadıköylüler mutlaka rastlamıştır ona, çoğu zaman sarhoştur, ama para dilenmez kolay kolay. Sabahleyin vapura yetişmek için koşarken Kilise Meydanı’nın orada duvar dibine yaslanıp şöyle bağırdığını duydum: “İnsanın kendisini kandırmasının yüzlerce yolu vardır! Kandırmaktan kolay ne var!”

Böyle arada sırada felsefi sözler ettiği olur. Vapura yetişmekten vazgeçip yanına oturdum. “Bu soğukta sabah sabah içtiğine göre sen kendini nasıl kandırıyorsun?” diye sordum. “Gördüğüm her yerde şiddet var” dedi, “giydiğiniz şu kalın giysilerde bile. Soğuğa şiddet… Hem bu giysileri almak için para vermiyor musunuz? En büyük şiddet para!..” Verdiği cevaba şaşırdığımı görünce, “Ben şiddete karşıyım. Şiddete karşı olmanın şiddetini yaşıyorum” dedi, sonra da kendini zorlayarak güldü, teatral bir gülüş… Söylediği şeyin komik olmadığını düşünüyor olmalıydı. Bariz bir gerçeği, herkesin bilmesi gereken ama bilmezden geldiği bir gerçeği söylemiş olmak, ona o an saçma gelmiş olmalı.

Vapura bindiğimde, para verip aldığım sıcak çayı yudumlarken sözleri aklımdaydı. Yıllardır onu sokakta görmeme, arada sırada sohbet etmeme rağmen adını hiç sormamıştım, hikâyesi neydi bilmiyordum. Bazen üstü başı temiz olurdu, yeni giysiler giymiş, bazen de ölüp dirilmiş gibi... Kar soğuğunu taşıyan bulutların Boğaz’ın üzerini kaplayışını izlerken, söylediklerine Zizek’in yazılarında rastladığımı hatırladım. Sadece seyirlik bir şov hâline getirilmiş şiddet gösterilerine öfkelendiğimizi, bu öznel öfkenin dünyanın nesnel şiddetine karşı insanları körleştirdiğini söylüyordu. Simon Critchley, “İmansızların İmanı”nda Zizek’le bu şiddet meselesini derinlemesine tartışır. Zizek’in “sistemik şiddet” dediği şeyi, yani kapitalizmin neden olduğu şiddeti, sokakta yaşayan o genç adam özetlemişti: “Para!”

Her gün TV ekranında konuşan o uzmanlar, özellikle terör uzmanları birer şiddet uygulayıcısıydı, korku ve dehşet duygusu yayarak devlet aklına hizmet ediyorlardı. James Bovard’ın dediği gibi, “Herkesi yönetebilmek için yeteri kadar insanı korkutmak gerekir.” Toplutaşıma araçlarındaki tıka basa yolculuk, trafiğin kendisi bile bir şiddetti. Doların yükselmesi, işten atılmalar, nefret söylemi, eğitim sisteminden çalışma hayatına her yerde şiddet… Çoğunluk sadece gündelik hayatı aksatan şiddeti görüyor ve öfke duyuyordu.

Critchley, Zizek’i referans göstererek şöyle söyler: “Şiddeti anlamak için liberal bir duygusallığa değil, diyecektir Zizek, şöyle sağlam, eski-moda, hissiz bir Marksist maddeci eleştiriye ihtiyacımız var.”

Sokakta yaşayan genç adamın dediği gibi, insanın kendisini kandırmasının, kendisine acıyarak zavallılaşmasının yüzlerce yolundan birine dönüşen duygusallıktan uzaklaşmadan, zaten neyi anlayabiliriz ki?

Vapurun güvertesine çıktım. Soğuğun içime işleyen şiddeti… Céline’in “Gecenin Sonuna Yolculuk”taki bir sözünü anımsadım, martıları izlerken: “Olağanüstü bir güven duygusu korkak varlıklarda sevginin yerini tutar.” Julia Kristeva, “Korkunun Güçleri” kitabında, korkuyu politik ve hatta toplumsal konjonktürden bir başka düzeye taşıyan Céline’in bu sözüyle korkuyu bir sevgi çağrısı olarak gördüğünü iddia eder. Bizim “olağanüstü bir güven duygusu”na değil, sevgiye ihtiyacımız var, sevmediğimiz için korkarız. Hannah Arendt’in “dünya sevgisi” dediği şey… Dünyayı kendimizden daha çok sevdiğimiz zaman, korkunun ve şiddetin üzerimizdeki gücü azalır. Ah işte, ne zor şey dünyayı sevmek, karşılıksız sanarak… Bugünün sevgiden yoksun dünyasının bize sunduğu şey, Kristeva’nın deyişiyle bunalım, iğrenme ve kulakları sağır eden bir gülüş…

Vapur, iskeleye yanaştı. Kalabalığın içinde yürürken, sokakta yaşayan o genç adamın gülüşü, gözümün önünden bir türlü gitmiyordu.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 25 Ocak 2017)

İmkânsız ruh

Posted: by bülent usta in
0

"İç kalkınma” diyor bir yerde Ricoeur, her şeyden engellenmiş ve her şeyden koparılmışken yapılması gereken. Bütün bu yaşanan olumsuzluklara karşı direnç, ancak bir iç kalkınmayla, düşünce yaşamındaki canlanmayla mümkün olur.

Nasıl şiir yazılması gerektiğini, yemeden, içmeden, uyumadan arkadaşlarla tartıştığım günleri hatırlıyorum da… Şiir tartışırken meselenin sadece şiir olmadığını bilirdik, poetika ideolojiden farklı bir şey değildi. Her şeyi, hayattaki en küçük detayı bile yoğun bir arzuyla anlamlandırmaya çalışmamız, imkânsızı isteyen bir ruha sahip olmamızdan kaynaklanıyordu.

O imkânsız ruha, bir çocuğun bakışlarında ya da bir kitabın sayfalarında rastlamak, yenileyici bir güç. Ben buna kendini hatırlamak diyorum. Sadece baskı ve katliamlarla kuşatılmışlığa, yükselen faşist eğilimli muhafazakârlığa değil, yıllar yığını biriktikçe insanın özbilincini yitirdiği bütün bu tuzaklarla dolu çalışma, eğlence, dinlence hayatına, kendini hatırlamaksızın başka nasıl direnilebilir ki?..

Külüstür otomobilimize atlayıp şehirden kaçmayı bu yüzden istemiştik, kendimizi hatırlamak, imkânsız ruhumuzu serbest bırakmaktı isteğimiz. Tony Gatlif’in “Transylvania” filmindeki otomobille yolculuğa çıkan âşıklar gibi hissediyorduk kendimizi, bir yandan filmin müziklerini dinliyorduk.

Nereye gittiğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu, ama deniz kenarında ilerlerken karşımıza çıkan o patikaya sapmamız gerektiğini biliyorduk. O patika bizi, terk edilmiş, kapısı penceresi kırık deniz kenarındaki bir eve çıkarmıştı. Yağmuru ve denizi izlerken, eski günlerdeki imkânsız ruhumu düşünüyordum. O günlerden aklımda kalan Sartre’ın “erdemlerimiz mutlak güçsüzlüğümüzden doğmuştur” sözünü yazdım defterime. Güçsüzlüğü umutsuzluk olarak yaşamamak gerektiğini anlatan bu sözü, bugünlerde sık sık hatırlamak gerek.

Evin içinde masa ve sandalyeler bulduk, bir de gaz lambası... Belli ki bizim dışımızda da burayı keşfedip gelenler olmuştu. Kırık camdan içeriye soğuk giriyordu. Sonra şömineyi keşfettik. Ateşin karşısında ısınma hayaliyle evin içinde bulduğumuz odunları şömineye yerleştirip yaktık. Her şeyi bir düşteymiş gibi yaşıyorduk. Bırakıp geldiğimiz hayat, çok ama çok uzaktı o an ve gerçekte bize ne olduğunu daha iyi anlıyorduk. Yabancılaşmıştık, her ânımızı başka bir varoluşun içinde yaşamak zorunda bırakılmıştık. Burada, yanı başımızda bizimle yanan ateşe bakan, küçük bir çocuğun bakışlarında ya da bir kitabın sayfaları arasında rastladığımız o imkânsız ruhu istiyorduk, ilelebet…

Bunun için kendimize bir “iç kalkınma” planı hazırladık, içimizdeki isyana sıkı sıkıya sarılmadan o ruhu canlı tutamazdık. Paul Nizan’ın insanı esir alan küçük şeylere dair tespitlerini konuştuk sonra. Büyük şeyler değildi mesele, gündelik hayattaki o gerçekte hiçbir önemi olmayan küçük şeyler, engeller, kuşkular, yanlış anlamalar, alışkanlıklar, nesneler… “Gerçek esaret, küçük düşmanları yenmekten geçer” demişti Nizan “Aden, Arabistan” kitabında: “Yapmamız gereken, bizi bir terbiye sürecine maruz bırakmayan, ağırlık ve uzunluk standartları bürosunda hesaplanmış eylemlere mecbur etmeyen nesneler keşfetmek. İnsanın içindeki hiç kullanılmamış yetileri uyandıracak nesnelerin icadıyla birlikte, Platon’un ütopyalarından çok daha heyecan verici bir dünyanın oluşacağını hayal edebiliriz. İnsanın, bedeninin, içgüdülerinin, güzel sanatların bütün güçleri bu sayede harekete geçirilmiş olurdu, insanlığın varoluşu kendini hissettirirdi. O günler gelinceye dek, yoksulluğumuzla, nesnelerin gelenekleriyle, kardeşlerimizin saplantılarıyla yaşayacağız, ama kimse mutlu olmayacak.”

Ateşe bakarak hayaller kurarken, Melih Cevdet Anday’ın “Bir Misafirliğe Gitsem” şiirindeki gibi bir uyku, adımızı bile unutturacak kadar derin bir uyku, sarıp sarmalamıştı imkânsız ruhumuzu…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 18 Ocak 2017)

Kışta sürgün

Posted: by bülent usta in
0

Edward Said’in ‘Kış Ruhu’nda vardı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında sürgün olarak Türkiye’de yaşayan Erich Auerbach’ın bir keşişten alıntıladığı paragraf: “Dolayısıyla, terbiye görmüş kafa için, görünmez ve geçici şeyler hakkında, yavaş yavaş fikir değiştirmeyi öğrenebilmek, sonradan bunları tamamen ardın da bırakabilmesini sağladığından büyük bir erdem kaynağıdır. Memleketini güzel bulan insan daha yolun başındadır; her yeri kendi yurdu gibi gören insan güçlüdür; ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan mükemmeldir. Yolun başında olan ruh sevgisini dünya üzerindeki tek bir noktaya sabitlemiştir; güçlü insan sevgisini her yere yaymıştır; mükemmel insan ise sevgisini söndürmüştür.”

Kendisini, kendi yurdunda sürgün hissedenlere iyi gelecek bu satırlar; yalnız son cümledeki “sevgisini söndürmüştür” sözü düşündürmüştü beni. Edward Said, bu sözü, sürgün için yurdun ve yurt sevgisinin kaybolmadığını, bu kaybın varoluşa içkinleştiğini, yani sürgünün kendisine dönüştüğü şeklinde yorumlar. O kadar seviyorsundur ki, bunu göstermeye ihtiyaç duymuyorsun, sadece bir sevgi olarak değil, öfkeyle de karışık türlü duygularla birlikte yaşadığın bir şeye dönüşüyor yurt sevgisi. Dilinden vatan sözcüğünü düşürmeyenler için yurt sevgisi içselleşmiş değildir, bir gösteriştir sadece, yüzeyseldir.

Yabancı bir ülke gibi görüyorum kendi yurdumu, ama bir yandan kendimmiş gibi, bütün hücrelerime işlemiş gibi hissediyorum varlığını. Belki de bu yüzden, üzerimde bu denli ağır etkileri oluyor ülkede olup bitenlerin. Memleketi yabancı bir ülke gibi görme, Edward Said’e göre özgün bir bakış imkânı sunar, memleketini güzel bulmakla yetinmeyen, bu güzelliği yaşamayı engelleyen koşulların farkında olan bir bakış…

Balıkçılar Kahvehanesi’nin penceresinden karı eriten yağmuru izliyorum, kendimi bildim bileli bir sürgün hayatı yaşıyor olmamın nedenlerini düşünerek. Bütün mesele, iyi bir sürgün olarak yaşamakta, Edward Said’in “Kış Ruhu”nda ince ince tarif ettiği gibi… Öncelikle sürgün, “seküler ve olumsal bir dünyada, evlerin her zaman geçici olduğunu” bilmeli. “Toprağın güvenliğiyle sarmalayan sınırlar ve çitler hapishaneler haline” geldiğinde, sürgünler sadece sınırları değil, düşünce ve deneyimin önündeki engelleri de aşarlar. Ah, işte bizim buna, yalnız buna ihtiyacımız var, sınırları ve engelleri aşmayı öğrenmeye, etrafımız tel örgülerle, duvarlarla çevrilmişken.

John Berger’ın ardından bir başka bilge insanın Zygmunt Bauman’ın hayata gözlerini yumması, dünyayı nasıl etkileyecek diye düşündüm, gözlerimi karları eriten yağmurdan alamayarak. Yanımda “Yaşam Sanatı” kitabı vardı. Sürgünlük meselesini düşünürken, Bauman’ın şu satırları düştü önüme: “Bütünleyici topluluk artık geçip gitmi ‘panoptik’ bir çağdan kalma bir kavramdır. Bu kavram, ‘bizi’ ‘onlar’dan, ‘içerisini’ ‘dışarı’dan ayıran sınırı muntazaman çizme ve güçlendirmeye yönelik düzenli çabalara gönderme yapar; bu çabalar, yabancıların girişini kısıtlayıp mensupları içeride tutmaya ve içeridekilerin normları çiğneyip rutinin kıskacını gevşetmelerini engellemeye yöneliktir. Neticede bu, tekbiçimliliği teşvik etmeye ve davranış üzerinde katı bir sınırlama uygulamaya gönderme yapar.” Bauman, sanki Türkiye’de yaşanan süreci, bütün çıplaklığıyla görüp yazmış gibidir.

Sürgün olmak, tam da Bauman’ın tarif ettiği “bizi” “onlardan”, “içeriyi” “dışarı”dan ayrıran sınırları sürekli ihlal etmektir. Bu yüzden çoğunluktan çok azınlıkların sorunlarıyla ilgilidir sürgün, “öteki”leştirilen her ne ise ona dokunmayı engelleyen duvarları yıkmaya çabalar. Gerçek yurt sevgisi bunu gerektirir. Ama bunu yapar ve yaşarken sürgünün önündeki en önemli engel yine kendisidir. Bauman’ın kitabında bahsettiği “özyaratım”, sürgünün kaçınılmaz olarak yaşaması gereken bir süreçtir, kendini bir sanat yapıtı gibi üretmek… Yalnız, özyaratım, her ne kadar bir gereklilik ve başarı olsa da “kendini olumlama daha çok düpedüz hayal ürün gibidir” der, bir dış otorite, gerçeklik tarafından onaylanmazsa… Sürgünlük, bir hayaller yolculuğunda hayale dönüşmek… Bu yüzden mutluluğu da, mutsuzluğu da daha yoğun yaşar sürgün… Karları eriten yağmurlarla…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 11 Ocak 2017)

Çıplak hayat

Posted: by bülent usta in
0

İnadına şarkılar söylemiş, dans etmiş, soğuğa aldırmadan denize koşmuş ve neredeyse yuvarlana yuvarlana kulübemize dönmüştük ki, katliam haberi… Gökyüzü camdanmış gibi parçalanıp üzerimize çökmüştü…

Biraz nefes alıp kendime geldiğimde, sorduğum ilk soru şu oldu: Bu katliamlar, kimlerin işine geliyor? Katliama sevinenlerin çokluğu, katliamın kendisi kadar, belki de daha fazla dehşet vericiydi. IŞİD’in bu topraklarda bir tabanı olduğunu gözler önüne seriyordu.

Terörün en önemli şiddet gerekçesi, “adaletsiz dünya…” Meşru göstermeye yarayacak bir düşünce olmadan şiddet bu denli yaygınlaştırılamaz. Walter Benjamin, “Şiddet Eleştirisi Üzerine” adlı makalesinde şiddetin kökenini araştırır, hukuk, adalet ve ahlakla ilişkisine bakar. Durum sanıldığından da karmaşıktır, doğal hukuktan pozitif hukuka, kutsal kitaplardan militarizme dallanıp budaklanan, herkesin durduğu ya da baktığı yere göre anlam yüklediği bir araç olarak karşımıza çıkar şiddet.

Katliamı düşünürken o makalede en çok dikkatimi çeken kavram, “çıplak hayat” oldu. Benjamin, “İnsan her ne pahasına olursa olsun çıplak hayata indirgenemez” diyordu. Hatta “biricikliği içinde kendi bedensel kişiliğine” de indirgenemez. Eğer indirgenirse, kutsal dışıdır artık ve yaralanabilir. Hayvanlar ve bitkiler, çıplak hayatın içinde oldukları sürece kutsal kabul edilmezler. Hani hayat kutsaldı? Hayatı savunmak, öncelikle “çıplak hayat”ı savunmaktan geçiyor diyemez miyiz öyleyse? O zaman da insanı köleleştiren, çıplak hayatı sermayesi yapan kapitalizm gerçeği çıkıyor karşımıza. Bir insanı aç bırakmakla tehdit etmek de şiddet… Italo Calvino’nun acilen “genel ahlaki devrim” yapılmalı derken kastettiği şey, çıplak hayatı bütünüyle kutsallaştıran bir ahlak, şiirsel adalet…

John Berger, bir “dua”…
Kulübeden çıkmış, geceye ait olan denize ve gökyüzüne bakarak yürürken, yine kimsenin işine yaramayacak hayallere daldığımı düşündüm. Katliamların ardı arkası kesilmezken, yetkili ağızlar devamı gelecek diye uyarıp “korkmayın ama tedbir de alın” derken, şiirsel adalet üzerine düşünmemin bir faydası var mıydı? Her şey daha da kötüye gitmiyor muydu? Militarizm en şatafatlı günlerini yaşıyordu, hayatın kutsallığını savunanlar, geniş kitleler tarafından savunmasız bırakıldıkça. John Berger, “Ve Yüzlerimiz, Kalbim Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü” adlı kitabında, umudun “karanlığı birden aydınlığa çıkaracak şeyde değil, karanlığın kendisinde” olduğunu yazmıştı. Karanlığa korkmadan bakabilirsek…

Ertesi gün, John Berger’ın ölüm haberini duyduğumda, onun bir köylü arkadaşı olan Tony Goodwin için söylediği sözü tekrarlarken yakaladım kendimi: “John Berger nerede şimdi?” Yazının devamında, “Ölüler canlıların düş ürünüdür” diyordu. Onun bu sözüne itiraz etmek istedim, artık bir düş ürünü olduğuna. Çağımızın en bilge kişisiydi benim gözümde. Neredeyse bütün kitapları hakkında yazmış, derslerimde anlatmış, hiç yüz yüze gelemesek de uzun uzun sohbetler etmiştim kendisiyle. Şimdi yoktu, öldü deniliyordu. Kendi sözüyle, “Çağdaşı olan insanların yaşadığı zaman bağlamında değildi artık.”

Aynı kitapta bir öykü-anlatıcısı olarak ölümle ilişkisini de şöyle tarif ediyordu John Berger: “Öykülerimizi okuyan ya da dinleyenler her şeyi bir mercek ardından görür gibi görür. Bu mercek anlatının gizidir ve her öyküde geçicilikle zaman-dışılık arasında bir yerde yeniden traşlanır. Biz öykü-anlatıcıları Ölümün Yazmanlarıysak, kısacık ölümlü yaşamlarımızı bu mercekleri traşlayarak yaşıyoruz diye böyleyizdir.”

John Berger, “dua”nın kökeni olarak gördüğü, olayların sessizliğini kıran, acı ya da yürek parçalayan yaşantıları dile getiren sözcüklerin duyulabileceği ve duyulduğunda da olayların yargılanacağı umudundan vazgeçmedikçe, yaşayacaktı. John Berger, bir “dua”ydı…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Ocak 2017)

İç ağrısız acı

Posted: by bülent usta in
0

Bu sabah uyandığımda, iç ağrım yerinde yoktu. Yıllardır böyle ince ince sızlar dururdu, ne yaparsam yapayım, bazen şiddeti artardı, bir ölüm, katliam haberi duyduğumda, göz göre göre olan ya da olacak kötü şeyler karşısında hiçbir şey yapamadığımda. Aslında o iç ağrısını sevmiştim her zaman, bana şarkılar dinletmiş, şiirler okutmuş ya da yazdırmış, sevdiğimin dizine başımı koydurtup gözyaşı döktürtmüş… Ama şimdi gitmişti, yoktu içimde. Sanki sevgilim sabah erkenden kalkmış da, elimi yataktaki yerine atınca boşluğa düşmüş gibi. Panik oldum önce, kulübeden fırlayıp Balıkçılar Kahvehanesi’ne koştum, Macit Amca’yı bulurum umuduyla. Yoktu, kitaplarla dolu masası boştu, sadece kahvehanenin yeni müdavimi Karagöz kedi vardı. Belki telaşımı anladığı için yanıma geldi hemen, kuyruğunu bacaklarıma sürttü.

Pencere kenarına oturdum, defterimi açtım. Dışarıda yağmurlu karlı bir fırtına… İç ağrısı olmadan nasıl yazacaktım, ne yazacaktım? Karagöz de masaya çıkmış, merakla bana bakıyordu, ne yapacağımı bekler gibi. Neden beni bırakıp gitmişti iç ağrım? Belki sıkıldı benden ya da daha fazla dayanamayıp başka bir şeye dönüştü. Belki acıların da canlılar gibi bir ömrü vardı, doğdu, büyüdü ve öldü… Belki de küstü bana, beni ne kadar zorlarsa zorlasın yazmaktan başka bir şey yapamayışımdan sıkıldı.

Hikmet Hükümenoğlu’nun “Körburun” adlı romanındaki Onur gibi düşünürdüm eskiden: “[İ]nsanlardan nefret etmeyeceğim, insanları seveceğim, sevmesem de onları anlamaya gayret edeceğim. Yoksa onlardan ne farkım kalır?” İç ağrımın nedeni belki de buydu, sevmek, anlamaya çalışmak. Artık bıraktım mı sevmeyi, yoksa onları nihayet anladığım için mi kaybolmuştu iç ağrım? Tek taraflı anlamaya çalışmak, bir tür işkence değil miydi zaten? Karagöz’le göz göze gelince, Marguerite Duras’ın ya da Aslı Erdoğan’ın kitaplarında acıyı ele alışlarını hatırladım. Acı varsa, umut da vardı, eğer o acıdan asla kurtulamayacağına inanıyorsan acının kendisine dönüşüyordun zamanla, bitiyordu. Karagöz, sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi yüzüme ciddi ciddi bakıyordu. Onun o ciddi bakışları bende gülme isteği uyandırırdı her zaman. Tam o sırada Macit Amca girdi içeriye, o gür sesiyle “Osman! Çay!” Osman Abi, sanki ilaç yetiştirir gibi çayını getirip masasına bıraktı, hayatını kurtarmıştı. Macit Amca, çayından höpürdeterek koca bir yudum aldı, “Sende bir hal var evlat” dedi bana ve Karagöz’e bakıp, “Neşen ışık saçıyor bugün. Hayırdır…” Ona söyleyemedim, yokluğunu hiç hissetmediğim iç ağrımın çekip gittiğini nasıl anlatabilirdim ki? Belki de bu bir başkaldırıydı acıya, hiçbir şeye yaramıyordu acı çekmek. Sen acı çekince dünya daha güzel bir yer olmuyordu; ancak acıda ortaklaşabiliyorsan…

Sonunda dayanamayıp Macit Amca’nın masasına oturdum ve ona söyledim, “Gitti” dedim, “artık yok…” “Ne yok?” dedi, meraklanmıştı. “İç ağrım yok, sabah uyandığımda gitmişti, yoktu.” Macit Amca, bütün kahvehaneyi inletecek bir kahkaha attı. Karagöz, sesten korkup masalardan birisinin altına saklandı. “Merak etme, yine gelir” dedi, gülmeye devam ediyordu. Şaşkın bir halde ona bakıyordum. “Üzüldün mü yoksa geri geleceği için?” Kalın parmaklarıyla tütün sararken, “Acıda olgunlaşma, büyüme diye bir şey var. Artık kendin için acı çekmeyi bırakırsın, iç ağrısı bir lükse dönüşür. Suriyeli yoksul göçmenleri düşün ya da inandığı değerler uğruna kendini feda edenlerin yüzlerindeki o gülümsemeyi… Şikâyet etmeyi bırakır, elinden geleni yapmak için çabalarsın. İç ağrısı, ne yapacağını bilemeyen iyi yüreklilerde olur. Zaman, şikâyet etme, üzülme zamanı değil.” Söyledikleri beni tam olarak ikna etmemişti bu yokluğa, ama hoşuma gitmişti. Üstelik, kendimi hiç de olgun hissetmiyordum. Osman Abi, aldığı gazeteleri getirip bizim masaya bıraktı. Ülkenin ve dünyanın halini okurken yine acı hissettim evet, ama iç ağrısından başka bir şeydi, düşünmeye kışkırtan, yerleşik olmayan bir acı, Macit Amca’nın acıda olgunlaşma dediği şey. Karagöz, saklandığı yerden çıkıp yanımıza geldi, yine o ciddi, şaşı bakışıyla… Karagöz insanda sadece gülme değil, yazma isteği de uyandırıyordu. Fırtınanın uğultusunu ve yanan sobanın sesini dinleyerek… Yeni yılın, barış için bir yıl olmasını düşleyerek…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 28 Aralık 2016)

Sensiz hiçbir yer

Posted: by bülent usta in
0

Şehrin üzerine gri bir toz bulutu gibi yağıyor kar, umutsuz tutkuların, kanıksanamayacak acı ve ölümlerin ağırlığıyla… Bütün bu kafa karışıklığının sebebi, anlamak istenilmemesi olabilir mi? Her şey bu kadar apaçık ortadayken, anlamanın dehşetinden uzak durmak, sorumluluğundan kaçmak için mi? İnkâr edilemeyecek, yok sayılamayacak bu dehşet, kafa karışıklığıyla hafifletilmeye çalışılıyor olamaz mı? Vazgeçemediğiniz o etiketlerin, üstünüze yapışmış, neredeyse teniniz gibi hissettiğiniz kimliklerin, siyasi tercihlerinizin, etnik kökeninizin, dini inancınızın, hatta korkularınızın, ölümlere içten içe sevinen o kötü yanınızın yaşanan bu dehşet dolu günlerle bir ilişkisi olabileceğini…

Gerçekten inanıyor musunuz, on yıllardır şiddetin kökünü şiddetle kazıyacağız diyenlere, ölümü kutsayıp gencecik insanlara “inşallah şehit olun” diye dilekte bulunanların bu dehşet dolu günleri sona erdireceğine?.. Ece Ayhan’ın nasihat ettiği gibi, lütfen tarihi düzünden okuyun, her şey orada apaçık yazıyor.

Judith Butler, ABD’de 11 Eylül’den sonra kafası karışanlara şöyle sesleniyordu “Kırılgan Hayat” adlı kitabında: “ABD’ye saldırılardan sorumlu olan bireyleri bulmanın işin köküne inmek olduğunu mu düşünüyorsunuz? Büyük bir Müslüman nüfusu barındıran bir egemen ülkeyi istila etmenin, Pakistan’da etkin bir şekilde ve şiddete başvurarak ifade özgürlüğünü bastıran askerî rejimi desteklemenin, yaşamları, köyleri, evleri ve hastaneleri yok etmenin çok daha sert ve yaygın olarak Amerikan karşıtı hissiyatı ve siyasi örgütlenmeyi besleyeceğini tasavvur edemiyor musunuz? Stratejik açıdan bakınca, bu şiddeti ıslah etmek bizim çıkarımıza değil mi? Etik açıdan bakınca, şiddetin yayılmasını durdurmak, kışkırtılmasındaki rolümüzü dikkate almak, kültürel ve dinî çeşitliliğe sahip başka bir küresel siyasi kültür anlayışını geliştirip beslemek zorunda değil miyiz?”

Şehrin üzerine gri bir toz bulutu gibi yağıyor kar, sevinçsiz, keder yüklü… Gazetede bir fotoğraf, Rus Büyükelçisi Karlov konuşma yaparken, kendisine koruma süsü vermiş kâtil, biraz sonra öldüreceği kişinin arkasında soğukkanlı bir biçimde duruyor. Aynı gün gerçekleşen Berlin’deki katliama ait fotoğrafı, Halep’in yanmış yıkılmış görüntüleri tamamlıyor... Kayseri’deki katliamdan kurtulan bir askerin sözleri yer alıyor aynı sayfada, bomba yüklü olabileceği söylenen araçlara dair uyarılar…

Balıkçılar kahvesinde Judith Butler’ın kitabını okuyorum, yas tutmanın özgürleşmeyle, siyasetle, hayatı savunmakla ilişkisini… Bu akışın, sürüklenişin nereye varacağını düşünüyorum. Butler’ın ABD için söylediği gibi, bugün yaşananlara karşı gösterilen genel tepki “kaygı, öfke; uç düzeyde bir güvenlik arzusu…” Bunun neticesinde de daha çok dehşet, korku, tahammülsüzlük ve kuşkuyla beslenen şiddet… “Genelleşmiş panik, egemen devletin güçlendirilmesi ve sivil özgürlüklerin askıya alınmasıyla koşut gider. Dahası, teyakkuz haline geçildiğinde nüfusun her üyesinden Bush’un ordusunda piyade eri olması talep ediliyor” diyor Butler. Bizdeki milli seferberlik açıklamalarıyla birlikte düşünüyorum bu sözleri. Her şey o kadar açık ve ortada ki, böylesine ağır sonuçları olacak bir siyasi tercihin sonuçlarını anlamıyor olabilir miyiz?

Başımı kitaptan kaldırıp kahvehanenin ortasında yanan sobadan yükselen alevlere bakıyorum, düşündükçe üşüyen içim ısınsın diye. Turgut Uyar’dan defterime yazdığım dizeleri okuyorum sonra: “her sabah denize çıkar, bir elma yerdi / hüznünü ve çılgınlığını elmanın / gözünü yumsan ağzında duyarsın / ellerine bakma artık / çünkü kar yağıyor / çılgın hüzünlü…”

Butler’ın “ben sensiz hiçbir yerdeyim” sözünü yazıyorum sonra defterime; “umutsuz umut” böyle bir şey…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 21 Aralık 2016)

Ara bölgede bekleyiş

Posted: by bülent usta in
0

Gözümü açtığımda her sabah duyduğum martı sesleri yoktu. Sanki başka bir şehirde uyanmıştım. Kalkıp balkondan sokağa baktım, sokak boştu. Kediler, köpekler de yoktu. Nedense şaşırmadım bütün bu yokluklara. Bu ülkede şaşıracak bir şey kalmamıştı çünkü. Yapılmaması gereken bütün yanlışların yaşandığı bir yerdi. Yine bir şey oldu diye düşündüm, büyük ve korkunç bir şey daha oldu ben uyurken. Ne olup bittiğini öğrenmek için internete baktım, kesikti, çalışmıyordu. Telefonun arama tuşlarına bastım, cızırtı sesi bile yoktu.

Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama kutsal kitaplarda cehennem tasvir edilirken “umutların bittiği yer” diye bir ifade varmış. Yapacak tek şey, dışarı çıkıp birilerini bulmaktı. Aklıma, “The Last Man on Earth” adlı komedi dizisi geldi, tuhaf. İster misin, bir biyolojik saldırı olsun ve dünyada benden başka kimse kalmasın. Hiç komik değildi, o diziyi izlerken gülmüş olmama bile şaşırdım. Meydana bakan kafelerden birisine oturdum. Vapurlar, otobüsler, hiçbir şey kıpırdamıyordu. Belki de öldüm diye düşündüm, canlılarla temasım bu yüzden kesildi. Sonra uzaktan, fötr şapkalı, ince uzun bir adamın bana doğru yaklaştığını gördüm. Kalbim heyecandan fırlayacaktı. O adamın bütün bu olup bitenle bir ilişkisi olamaz mıydı? Belki de saklanmam gerekiyordu. Beni görmüş olduğunu, el sallayışından anladım. Yaklaştıkça bana zarar vermeyeceğinden emin oldum. Yüzü çok tanıdıktı, ama kim olduğunu çıkaramıyordum. “Selam arkadaş” dedi ve yanıma oturdu. Üzerindeki siyah palto çok şıktı, kalın yün bir atkıyla boynunu sarmıştı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi “Soğuk” dedi, ben de başımla onayladım söylediğini, hava buz gibiydi. “Sohbet edecek birini arıyordum” dedi. Gayri ihtiyari güldüm, “Gerçekten mi?” dedim. O da güldü. İkimizin de gülüyor olması tuhaftı, bomboş, bizden başka canlı hiçbir şeyin olmadığı bir şehirde… “Sana da tuhaf gelmiyor mu?” dedim. “Ara bölgedeyiz. Bu sana ilk defa oluyor galiba” dedi. “Benim adım John” dediğinde, kim olduğunu anladım hemen, John Berger’dı karşımda oturan. Daha yeni kitabı çıkmıştı Metis’ten, “Hoşbeş” adında. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemedim, kendimi ayağa fırlamış buldum. Sonra bir an durup “Yani gerçek değil bu karşılaşma, bir rüya” dedim. “Gerçek” dedi, kahkaha atarak. “Ara bölgeye çok derin çaresizlikler yaşamayan düşmez” dedi. Ona Türkiye’de olup bitenleri anlattım, bir yandan toplumsal kutuplaşma, bir yandan yaşanan katliamlar siyaseti bitirme noktasına getirmişti. İktidar ve toplumun bir kesimi çareyi “başkanlık” sistemi ve daha otoriter bir yönetim anlayışında görüyor, diğer kesimi de barış ve özgürlüklerle sorunların çözüleceğine inanıyordu. Ama yaşanan bu saldırılar, insanlarda korku ve dehşet yaratarak her şeyi bir çıkmaza doğru sürüklüyordu.

Dedi ki, “Vurguncu kapitalizmin küresel diktatörlüğü, tacirleri ve bankacılık lobileriyle çoktandır siyasetin yerini aldı. Yaşayan ya da acı çekenlerin değil§ sadece sayıların dünyasına ait bir dille yapılan siyaset. Sonu olmayan ve belirsiz bir şimdide yaşamaya koşullandırmakla, unutkanlığın, kayıtsızlığın vatandaşları konumuna indirgeniyoruz.”

“Peki ama ne yapmalıyız?” diye sorduğumda, bakışlarına bir gölge düştü: “Tüm bu olup bitenlere karşı çıkmaya ve direnmeye hazır çok sayıda insan var; lakin şu sırada böyle bir direnişi gerçekleştirmenin siyasal araçları muğlak ya da namevcut. Bu araçların gelişmesi için zamana ihtiyaç var. Bu yüzden beklemek zorundayız. Ancak bu koşullarda nasıl beklenir? Bu unutkanlık, kayıtsızlık durumunda nasıl beklenir?”

O da bana soruyordu sanki çaresizce. Sonra, Taş Devri’nden beri atalarımızın bize bıraktığı vasiyetlerden, doğadan ve evrenden kaynaklanan metinlerden bahsederek, “geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz. Tıpkı bildiğimiz her dilde övmeyi, sövmeyi ve küfür etmeyi ilelebet sürdüreceğimiz gibi” dedi. O daha sözlerini bitirmeden bir martı üzerimizden uçup yanımıza kondu. Sevmiştim bu ara bölgeyi, daha çok ziyaret edecektim. Vapur düdüğüyle birlikte her şey eski hâline döndüğünde, Berger’ın “Dayanışma içinde bekleyeceğiz” sözünü tekrarlıyordum içimden.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 14 Aralık 2016)

Gece yok

Posted: by bülent usta in
0

Sabah kalktığımda gazetede “Aslı Erdoğan’ın felç riski var” haberini okudum. CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, Aslı Erdoğan’ın dört kez hastaneye götürüldüğünü, buna karşın doktor muayenesinden geçirilmediğini söylüyordu. Böyleydi işte, bu kadardı. Acı…

Westworld dizisinin sezon finalinde Doktor Ford rolündeki Anthony Hopkins, “Özgürlük için korkarım daha çok acı çekmeniz gerekecek” gibi bir şey söylüyordu, köle robota. İçimden “Daha çok acı, daha çok acı” diye tekrarlarken gözümün önüne yanan çocuklar, ölen işçiler, katliamlar geliyordu. Bu kadar acıdan sonra gelecek özgürlük, nasıl bir şey olacaktı acaba? Peki ya özgürlük gelmezse?.. Daha çok acı mı bekleyecektik, Aslı Erdoğan’ın felç olmasını mı?..
Eskiden daha hayalci biriydim galiba, Aslı Erdoğan’ı ve Necmiye Alpay’ı cezaevinden kaçırma planları yapardım kesin. Haklı olduklarını bildiklerinden kaçmazlardı muhtemelen. Haklı olmak, acının kendisi kadar mühim bir şey çünkü. Barış isteyen biri, her koşulda ve her zaman haklıdır. Roberto Bolano hayatta olsaydı, ona danışırdım ilk. O bilirdi neyin doğru, neyin yanlış olacağını. Hapisteki yazarları kaçırma örgütü kurabilirdik. İlk toplantımızda kendimizi ihbar edip tutuklatacak olsak da…

Sokağa çıktım. Paul Auster’in “Kehanet Gecesi” romanındaki Sidney Orr gibi yalpalayarak yürüyordum. “Soluğum kesilerek, kan ter içinde, bir başkasının rüyasındaki bir seyirci”, yabancı bir kentte yolunu kaybetmiş biri gibi hissediyordum. Ne zaman yabancı bir kente gitsem, ilk uğradığım yer kitapçılar olur. Kitapçılar birbirlerine benzer çünkü, kitaplar tanıdık, yabancı biri olduğumu unuturum.
Sokakta yürürken karşıma kitapçının çıkması, bu yüzden bir tür mucizeydi. Roberto Bolano’nun “Lümpen Roman”ını aldım hemen. Yeni çıkmıştı. Kitabı alıp okuyarak kasaya doğru gittim, yarılamıştım romanı, sıra vardı. Kasiyer beni tanıyormuş gibi baktı, gözlerinin içi gülüyordu bakarken. Yazılarımı bildiğinden mi, yoksa aldığım romanı beğendiği için mi öyle baktığını merak ettim. Dergilere bakıyormuş gibi yapıp izledim, kimseye gülümsemiyordu. Dönüp başka bir kitap aldım, Bolano olmayan, yine gülümseyince, ben de gülümseyerek selam verdim ve dışarı çıktım. Artık başka bir kitapçı bulmam gerekecekti. Şehirde de kitapçıların sayısı hızla azalıyordu, işim zordu.

Sokak kenarındaki kafelerden birine oturdum. Bu soğukta kimse dışarıdaki masalarda oturmuyordu, ısıtıcı da yoktu. Romanda Bianca, anne babasını trafik kazasında kaybettikten sonra birden gece kavramının ortadan kalktığını ve her şeyi daimi bir ışığın ve güneşin kapladığını söylüyordu. Suruç Katliamı’ndan bu yana yaşadığım duygu, Bianca’nın tarif ettiği gibiydi, günlerin seyri değişmişti, her şey azar azar o ışığın altında parçalanıyordu. Barthes’ın “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”da, Stendhal’dan yaptığı alıntıyı hatırladım: “İnsan acıdan ölmez, yoksa o anda ölürdü.” O anda ölmemiştim, sonraki anlarda da; ama ölmemek, yaşıyor olduğum anlamına da gelmiyordu. Bu yüzden gece yoktu.

Solomon’un “Adalet Tutkusu” adlı kitabındaki, dünyayı değiştirme ihtiyacıyla ortaya çıkan hınçla ilgili sözleri geldi aklıma. İnsanın kendisine acımasından, kendisini çaresiz bir kurban gibi hissetmesinden kurtaracak tek şey, adalet tutkusuydu, paylaşılan acıdan güç alan… Acının çoğalması değil, paylaşılması o gücü arttıracaktı. Daha çok acı değildi çare, acıların nasıl yaşandığıydı. Şoktan çıkamamışken, ne acımızı yaşayabilir, ne de hınç duyabilirdik.

Bianca’nın, romanın içinden bana doğru başını uzatıp “Deliriyorsun” dediğini duyar gibi oldum. Bunun iyi mi, yoksa kötü bir şey mi olduğunu sordum. “Deliliğin tahammül edilemez bir acıdan kaçma yöntemi olduğu olağanüstü durumlar hariç her zaman kötü olduğunu” söyledi. Hınç ve adalet tutkusu yoksa, delilik vardı, gece yoktu…

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 7 Aralık 2016)

İçten içe...

Posted: by bülent usta in
0

Deniz kenarında, ısınmak için yaktığımız ateşin başında oturmuş, yaklaşmakta olanın karanlık sesini dinliyorduk. İkimizin de içi, gökyüzünü kaplayan karabulutlar gibi karaydı. Tekneye atlayıp uzaklara gitme hayali kurmuyorduk, bırakıp gidemezdik balıkçılar kahvesini. “En fazla ne olur ki?” dedin sonra, yüzünü aydınlatan bir gülümseme gelmişti dudaklarına, sonra o gülümseme gözlerine geçti. Durumumuzu, Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi”nde anlattığı hikâyeye benzettin. Sauron, kötülüğe hizmet eden herkesi toplamıştı etrafına, çoğu da kötülüğe hizmet ettiğinden habersiz bir büyüye kapılmış... “Bizim bir Gandalf’a ihtiyacımız var, aramızdaki anlaşmazlıkları çözüp cesaret verecek…” Sonra başladı kallavi bir geyik, başka romanlar, masallar, filmler karıştı işin içine. Hayal kurabildiğimiz sürece, bize bir şey olmazdı, olsa bile olmazdı, dayanırdık. En fazla ne olurdu ki?..

Yaklaşmakta olanın karanlık sesi, aşama aşama uygulanan bir planın varlığını işaret ediyordu. Muhalif yayın organları kapatılmış, ardından milletvekilleri, belediye başkanları, yazarlar, gazeteciler hapsedilmişti. Aralarında çocuk hakları derneklerinin olduğu sivil toplum örgütlerinin kapısına kilit vurulmuş, üniversitelere, liselere kendi isteklerine uygun bir düzen verilmişti. Kanun hükmünde kararnamelerin ardı arkası kesilmiyor, idam cezasından tecavüz yasasına, gündem tıka basa, kirli fantezileri çağrıştıran konularla dolduruluyordu.

Bütün bu olup biten karşısında cılız bir direniş varmış gibi görünüyordu. “Bu sadece görünen kısmı, öyle değil, içten içe…” dedin ve sustun, olacakları sanki baktığın ateşte görmüş gibi... Turhan Günay, Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan gibi simge isimler hapsedilmişken bile güzel güzel kitap fuarı yapılması ya da rektörler atandıktan sonra üniversitelerde bir şeylerin aksamaması, meselenin sadece görünen yüzüydü. Tamam, çoğu kişi neyle karşı karşıya olduğunu ya da gerçekte ne olup bittiğini anlamış değil, ama bu anlamama durumu, aşırı iktidar uygulamalarıyla uzun sürmez. Bu yüzden iktidar da ağırdan almak istiyor, ama öyle zor ki… Yani ağırdan almak, bu kadar korkarken. Kendinden emin olan bir güç, esnek olur, bağışlayıcı olur. Biz herkesi bağışlıyorduk, çocuklara zarar verenler hariç, çünkü büyümeyi reddeden çocuklardandık.

Ateşin başında, Ricoeur’ün “Eleştiri ve İnanç”taki Almanya’yla ilgili sözlerini konuştuk. 1920’lerde yaşanan demokrasi, II. Wilhelm Almanyası’ndaki otoriter geleneğe özgü hiyerarşik yapıları yok ederek, totalitarizme direnmenin bütün etkilerini ortadan kaldırmıştı. Hitler, demokrasi aracılığıyla demokrasiyi koruyacak “toplumu yapılandıran yapıları”, ara kuruluşları, loncaları, sendikaları ya yok etmiş, ya da etkisizleştirerek yurttaşların genel irade karşısında yalnız kalmasını sağlamıştı. Buna, “totalitarizmin yığınlaştırma eylemi” diyen Ricoeur, dünyada demokrasilerin totalitarizme karşı gösterdiği zayıf direnişten endişeleniyordu.

Ricoeur, endişelerinde haklı çıksa da, ana babasını kızdırmak için yemek masasında parmağını burnuna sokan çocuğun isyanı gibi, her an isyandan tahakküme, tahakkümden isyana gidildiğini, iktidar ilişkilerinin kaçınılmaz olarak direnişe yol açtığını söyleyen Foucault ile umutlanmanın bir yolunu buluyorduk. Tamamen muzaffer olan bir iktidarın olamayacağını, tarih defalarca göstermişti.

Böyle şeyler düşünüp konuşarak kendimizi mi avutuyorduk? “Avunmak iyidir” dedin yüzümü ellerinin arasına alıp, sıcacıktı ellerin. Sonra Turgut Uyar’dan dizeler mırıldandın: “İyi baksanız bir gül olacak avuntum gözlerinizde / İyi baksanız bir şaşmaz tüfek / İyi baksanız yolunu bilen bir coşkun beygir / Bunlar kandırmıyorsa yatın tavana bakın / Uzun uzun bir şeyler hatırlayacaksınız…”

Aynı şiirden ben de şu dizeleri mırıldandım, yaklaşmakta olanın karanlık sesini duyarken: “Bu dünyada yediğimiz ekmekler içtiğimiz sular / Dizlerimizdeki bu güç derimizdeki tad / Karşı koymak içindir kaçmak için değil…”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 23 Kasım 2016)

Damardan gerçek

Posted: by bülent usta in
0

Kış rüzgârları esmeye başladı, şehrin sokaklarından insanları soğuğuyla süpürüyor. Zaten şehrin en kalabalık olduğu zamanlarda bile bir ıssızlık var nicedir. Bu ıssızlığın yalnızlık ve çaresizlikten nasıl oluştuğunu izleyerek geçti yıllar. Bunu da mı yaptılar, şu da mı oldu diye diye… Kocaman bir ülke zamanda boşluğa düşmüş, geçmiş ve gelecek silinirken gözümüzün önünden… Ama Bolano’dan öğrendiğim damardan gerçekçiliğin ilk koşulu, gerçekliğe, gerçeklik uğruna teslim olmamaktır. Ranciére de, “Béla Tarr, Ertesi Zaman” kitabında, özellikle otoriter rejimlerdeki “çözülme” zamanlarında, sanatçıların gerçekliği iktidar retoriklerinin hikâyelerindeki zamansal şemaların neden sonuç zincirlerinden kurtardığından bahseder, sinemacı Béla Tarr örneğinden yola çıkarak. Şimdi bir “çözülme” zamanındayız ve bu çözülmeyi avantaja dönüştürüp silinmiş geleceği başka türlü yazmanın araçlarını arayıp bulmalıyız. Yazıklanmanın, umutsuzluktan umutsuzluk beğenmenin bugün için bir anlamı yok.

Salgın gibi yayılan tekdüzelik, aptallık ve umursamazlık, her şeyiyle çoktan sona ermiş bir çağın kıyısında olduğumuzu gösteriyor. Denize atılmış cesedin bir süre sonra derinlerden çıkıp kıyıya vurması gibi… Bu yüzden teoriler işe yaramıyormuş gibi geliyor, edebiyat ve sanat sanki bıkmadan tekrarlayıp duruyor çoktan gerçekleşmiş kehanetleri. Ama damardan gerçekçiler, hiçbir çağın içinden yenisini çıkarmadan sona ermeyeceğini bilir. Damardan gerçekçiler, gerçekliğin gereğinden fazla ciddiye alınmasının gerçekliğe ihanet anlamına geldiğinden emin oldukları için, biraz uçuk kaçık olmakta sakınca görmezler ve depresyona karşı bağışıklık kazanmışlardır. Critchley’in “Sonsuz Talep”te yazdığı gibi, vicdan sahibi olmak mizah duygusuyla birlikte vardır. Mizah, nasıl insanın kendi kendisiyle örtüşmemesini, kendisine dışarıdan bakmasını sağlayarak vicdanı üzerinde çalışmasına neden oluyorsa, gerçekliği de dışarıdan bakmadan değiştiremeyiz, üstelik her şey bu kadar gerçek dışı bir biçimde yaşanırken.

Rüzgârlı ve ıssız sokaklarda yürümekten yorulmuş, yağmurun başlamasıyla koşarak kendimi balıkçılar kahvesine attığımda, aklımda bunlar vardı. Defterimi açıp ilk cümlemi yazar yazmaz üzerime bir ağırlık çöktü. Tutuklanma ya da kapatma haberlerinin eksik olmadığı bugünlerde böyle şeyler yazmanın bir anlamı var mıydı, söylenen her sözü yutarken bu derin sessizlik?

Vaneigem’in “Şiir, yaratıcı kendiliğindenliğin örgütlenmesidir” sözünü yazdım defterime. 60’larda Fransa’daki demiryolu işçilerinin grevine tanık olmuştu Vaneigem. Yaratıcılıktan yoksun, kötü yönetilen bu grevde bir işçinin ayağa kalkıp arkadaşlarına şöyle dediğini duymuştu: “Bilinçli olarak kullanılan iki metelik, bir lokomotifi hareketsiz bırakır.” Bu sözün ardından bir anda her şey değişmiş ve işçiler eldeki olanaklarını ortaya koyarak birbirinden yaratıcı çözümler bulmuş ve grev başarıya ulaşmıştı. İşte bu “damardan gerçekçi” bir eylemdi, bugün en çok ihtiyaç duyulan.

Birden elektrikler kesiliyor çıkan fırtınadan. Dalgalar, yağmura karışıp kahvehanenin pencerelerine kadar ulaşıyor. Osman Abi, lüks lambasını yakınca loş bir aydınlık sarıyor içeriyi. O ışıkla birlikte içimi bir huzur kaplıyor. Kara kış günlerinde, elektrikler kesilince lüks lambasının ışığında oturup babamın anlattığı hikâyeleri dinlerdik. Balıkçılardan Faça Kemal, sessizliği fırsat bilip arabesk bir şarkı söylemeye başlıyor, dilinden düşürmediği: “Bir dünya kurmuşlar kendilerine / Ruhunu kaybetmiş bedenlerine / Kahredip durmuşlar kaderlerine / Feryadım yaşarken ölenler için…” Defterime yazıyorum: “Yaşarken ölmeyenlerdir damardan gerçekçiler…” Faça bozulmasın diye sessizce gülüyorum, defterime gömülmüş.

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 16 Kasım 2016)