PİS ŞEY

Posted: 9 Ekim 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Üç kulaklı bir kedi olan dostum İvam, hasta olduğumu duyar duymaz ziyaretime gelmişti. Beni neşelendirmeye çalışıyordu, yaşadığı komik şeyleri anlatarak. Ama benim ne neşelenmeye ne de iyileşmeye niyetim vardı. “Neler oluyor” diye sordu kucağıma kıvrılarak. “Olmayan şey yok İvam. Sürekli bir prova içinde yaşıyoruz. İç savaş provası, linç provası, darbe provası, şeriat provası, ekonomik kriz provası... Bu provalar zaman zaman hayata da geçiyor. Askeri darbeler de ekonomik krizler de katliamlar da oldu, olmadı değil. Ama demokrasi provasının hayata geçtiğine hiç tanık olmadım İvam. Sadece daha geniş katılımlı demokrasi provaları, demokrasi gibi yutturuldu hep. Sanırım savaşlardan da ekonomik krizlerden de daha korkutucu geliyor birilerine demokrasiyi, çıplak demokrasiyi hayatın tüm yönlerine uygulamak. Çünkü demokrasinin varlığı, tüm diğer provaların geçerliliğini yitirmesi anlamına geliyor. Provasız bir hayatın sahiciliği içinde korkuların yerini haklara ve özgürlüklere bıraktığı zaman, hayal kurmanın, sevişmenin, dans etmenin, herkes için mümkün bir hale gelmesi, neşeli ve kendine güvenen insanlardan oluşan halkların, ölümü kutsayan iktidarların enerjisini çabucak soğurup etkisizleştirmesinden korkuluyor. Çünkü o zaman, güçleri ellerinde toplamış birilerine gerek duyulmayacak.”

Ben bunları söyleyince, “Bakıyorum yine umutsuzluk hastalığına yakalanmışsın. Zaman zaman nüksediyor sende bu hastalık” dedi İvam. “Aslında umutsuz değilim İvam. Metis’ten çıkan John Berger’ın A’dan X’e adlı romanında şöyle bir cümle var: ‘Umudumuz var diyemeyiz –sadece kucak açıyoruz.’ Benim durumum da öyle. Kucak açmış bekliyorum.” “Daha çok beklersin öyleyse” dedi İvam, “çünkü ölümden yana güçler nasıl birbirlerini besleyerek hayatın tüm alanlarını kuşatıyorsa, hayatı savunanların da beklemek dışında bir şeyler yapması zorunlu.”

“Bazen kafamdan şöyle düşünceler geçiyor İvam: Güya bir içecek var. Bu içecek, bildiğimiz içecekler gibi sıvı filan değil. Ama içiliyor. Televizyonlardan, gazetelerden, politikacıların attığı nutuklardan ve daha pek çok şeyden. Ama içilen şey, gerçekte çok pis bir bir şey. O pis şeyi içmelerinin tek nedeni ise, içilen şeyin rüyalar gösteriyor olması. Tıpkı tinercilerin içtikleri tiner sayesinde, soğuğu, açlığı ve daha pek çok şeyi hissedememesi gibi, onlar da bu içtikleri şey sayesinde ölümüne çalışıyor, kutsal farz edilen bir şeyler için savaşlarda ölebiliyor ve o rüyalar sayesinde kendi varoluş sorunlarından rahatlıkla kurtulabiliyorlar. Aslında içtikleri şeyin içine nelerin, hangi yalanların katıldığını bilseler, bırak içmeyi görmeye bile dayanamazlardı muhtemelen. İçtikleri şeyin, tıpkı ilaçlar gibi bazı yan etkileri de var. Bu yan etkilerden birisi, içilen o pis şeyle birlikte, bazı duygu ve düşüncelerden tamamen kurtulup, insandan başka bir tür canlıya dönüşmeleri.

Asıl tehlike, bu dönüşümden sonra başlıyor. Kirli oldukları için, temiz olan şeyleri kirletmedikleri sürece kendilerini güvende hissedemiyor bunlar. Ve yavaş yavaş her şeyi kirletiyorlar İvam, kendi kişisel hırs ve dürtüleriyle. Kirliliğin kutsanması, temiz olan şeylerin cansıkıcı ve demode ilan edilerek dalga konusu haline getirilmesi de bu amaca hizmet ediyor. Bu kirlenme olayı, tıpkı küreselleşen sermaye gibi doğal bir süreç gibi algılanıyor. Bir reklam sloganında söylendiği gibi, beyazların da kirlenme özgürlüğü savunuluyor ki kirlilik bir özgürlük yanılsaması haline getirilmiş oluyor. Zaman zaman o pis şeyden bolca içenler, kafayı bulup birisini linç etmek için bahane de arayabiliyor zaman zaman. Ya da Bacca gibi barış gelinine tecavüz edip öldürebiliyorlar da. Aslında suçlu onlar değil İvam. O pis şeyi insanlara içiren bazı televizyoncular, bazı köşe yazarları, ırkçı politikacılar, baktığı her yerde kâr gören ve bu yüzden işçi ölümleri dahil hiçbir şeyi umursamayan işadamları vb. 12 Eylül’den sonra bolca içirildi o pis şey insanlara ve kirlilik aldı başını gitti İvam. Rüşvet, adam kayırma, dolandırıcılık gibi şeyler tamamen normalleştirildi. Televole tarzı programları insanlar midesi bulanmadan izleyebiliyorsa bu içilen şey yüzünden.”

“Peki çözüm ne” diye sordu İvam, “nasıl o pis şeyi içmekten kurtulacak insanlar? Çünkü tarih boyunca insanlara içirilen o pis şeyin rengi değişti sadece.”

“Sanırım, insanları o pis şeyi içmekten vaz geçirmek, sahip olunan tarihsel geçmiş ve kültürel yapı yüzünden pek mümkün değil. Çünkü dil dahil her şeyin içinde o pis şeyi bulabiliriz, az ya da çok. Ancak sanat ve felsefe aracılığıyla bir iksir geliştirip o içilen şeye damıtmak mümkün olabilir. Bunu pek çok yazar, filozof, eylemci yaptı bugüne kadar. Yapılmaya da devam ediyor. Ama kolay bir çaba değil bu. Temizleyici iksiri geliştirmeye çalışanların sıklıkla cezaevlerine tıkılmaları, suikaste uğramaları, idam edilmeleri bu yüzden. Zaman zaman o iksiri kendilerinde deneyen ve bu yüzden delilik ya da intiharla karşılaşanlar da yok değil hani. Bazen geliştirilen iksirler çok güçlü olup, panzehirken öldürücü bir zehire de dönüşebiliyor.”

İvam’la birlikte, kitapları karıştırıp kendi iksirimizi yapmaya çalıştık sabaha kadar. Romanlar, öyküler, şiirler, felsefe ve siyaset kitapları doldu taştı etrafımızda. Aslında bizim yaptığımız iksir, herkese uygulanacak bir iksir değildi.

Bülent Usta (8 Ekim 2008, Birgün)

0 yorum: