“KART, KURT”?

Posted: 6 Kasım 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Bu aralar sürekli “kart, kurt” sesleri duyuyorum. Sanki birisi karda yürüyormuş gibi “kart, kurt”... Ne yapsam, etsem bu sesten bir türlü kurtulamıyorum bir süredir. Bu ses, beynime öyle bir yerleşmiş ki geceleri rüyamda bile duyar hale geldim bu sesi. Örneğin dün gece rüyamda deniz kenarında bir yerdeydim. Hava inanılmaz güzel, deniz pırırl pırıl... Biraz ileride ihtiyar bir adamın resim yaptığını gördüm. Adamla tanışmak ve yaptığı resmi görmek için yanına gittim. Yanına yaklaşıp tuvaline bakınca bir deniz manzarası göreceğimi sanmıştım ama sanki tuval kanıyordu ve tuvalden akan kırmızı boyalardan başka bir şey göremedim önce. Adam, yüzüme bile bakmamıştı ve elindeki tek renkli palete fırçasını sanki birisini öldürüyormuş gibi daldırıyordu. Ve fırçasını tuvale her değdirişinde o kahrolası ses yankılanıyordu: “kart, kurt”...

Sesle birlikte irkilip adamdan uzaklaşmak istedim. Ama bir yandan da gözümü tuvalden alamıyordum. Tuvalin üzerinde idamlar ve işkencelerden oluşan bir manzara vardı sanki. Ve tuval, kitap yanığı kokuyordu buram buram. Kaçıp gitmek istedim oradan. Daha arkamı dönmüştüm ki bu defa korkunç bir kalabalık çıktı karşıma. Kimler yoktu ki... Televole ünlüleri, şarkıcılar, politikacılar, tarikat şeyhleri... Herkes sıraya dizilmiş, anlam veremediğim bir hırs ve şevkle, o ihtiyar adamın elini öpmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Ama adamın elleri, tuvalden akan kırmızı boyaya bulanmıştı ve her el öpenin dudakları ruj sürmüş gibi kırmızıya boyanıyordu bu yüzden.

Karşılaştığım manzara, eski çağlardan kalma dinsel bir ritüeli andırıyordu. Ama bir şey dikkatimi çekti yine o hengâme içinde. El öperlerken “şapır şupur” sesi çıkacağına, yine o kahrolası “kart, kurt” sesi çıkıyordu ve her öpücükle o ses daha da artıyordu sanki. İşte o an bir kâbusun içinde olduğumu anlayıp, kan ter içinde yataktan fırladım. Oda, gecenin içinde sessizdi ve o sessizlikte kâbustan kalma “kart kurt” seslerinin beynimin içinde çınlayıp durduğunu duyabiliyordum. Sırf gürültü olsun diye, televizyonun kumandasına sarılıp rastgele bir kanal açtım vakit kaybetmeden. Bir haber kanalı belirdi karşımda. Spiker, konuşurken iki de bir durup “kart, kurt” diye ses çıkarıp, sonra sözüne kaldığı yerden devam etmesin mi? Üstelik “kart, kurt” derken dişlerini gösterip ısırır gibi yapıyor, hemen sonra yine o tatlı tebessümünü takınıyordu suratına. Şizoid bir gerçekliğin içine tıkılmış olduğumu hissettim o an. Bir ülkede birbirinden farklı kaç gerçeklik olabilirdi ki? Bir insan, aynı anda kaç gerçekliği yaşayabilirdi? Televizyonları karşısında yavaş yavaş deliriyor ya da ölüyor olmalıydı insanlar.

Japon yazar Abe Kobo’nun eskiden Remzi’den çıkmış olan o harikulâde ve tuhaf romanı ‘Kutu Adam’daki bir sahneyi anımsadım o an. Tokyo’da gün içinde tam yüz bin kişinin kullandığı bir geçitte yürürken ölen bir adamın öldüğünü gün boyunca kimse fark edememişti. Yanından yüz bin kişi geçmişti o adamın... Kimsenin o adamın yavaş yavaş öldüğünü görememesi gibi, biz de öldüğümüzü göremiyor muyuz diye derin bir kuşkuya kapıldım “kart, kurt” sesleri arasında? Aslında birileri için zaten birer ölü değil miydik? Ölüler, öldürülebilir miydi? Tersanelerde ölen işçiler, birileri için yaşıyormuydu ki ölümlere karşı sessiz kalanlara kızıyorduk. Naziler, yüz binlerce kişiyi öldürürken muhtemelen katil olduklarını düşünmemişlerdi hiç. Çünkü Yahudiler, Romanlar, muhalifler onlar için zaten birer ölüydüler. Falanjistler İspanya’da eşcinselleri katlederken, en fazla evlerindeki fareleri öldürürken yaşadıklarına benzer bir his yaşamış olmalıydılar. Yoksa, nasıl mümkün olabilir ki devlet eliyle ve gücüyle bunca cinayet ve katliam... İşte önce bununla mücadele edilmeli... Ölümü yüceltip meşrulaştıran anlayışlarla, güç ve iktidarlarla diye düşündüm. Düşündüm düşünmesine ama aklıma yine eskiden Metis’ten çıkmış ‘Açık Düşman’daki Jean Genet geldi. İsrail’in Filistin’e uyguladığı şiddetle, Filistinli direnişçilerin İsrail’e uyguladığı şiddetin aynı kefeye konulamayacağını söylüyordu o kitapta. Muhtemelen Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ni okumuştu Genet, böyle kendinden emin konuştuğuna göre. Genet’nin, “kart, kurt” sesleri çıkartanların suratına “kart da sizsiniz, kurt da” diye haykıracağına eminim linç edilme ihtimalinden çekinmeksizin. Çünkü “kart, kurt” seslerinin içinde, bastırılmış çığlıkların, kopkoyu acıların, yalanlarla gizlenen gerçeklerin ve daha pek çok şeyin saklandığını bilirdi. Saklanan bu şeylerin sadece Kürtlerin meselesi olmadığını da bilirdi. Çünkü “kart, kurt” sesleri, sadece Kürt sorununu gizlemedi.

SİLİVRİ

Beynimin içinde çınlayıp duran “kart, kurt” seslerinden ve o seslerin düşündürdüğü şeylerden yorulmuş olmalıyım ki baba ocağım Silivri’ye gitmeyi istedim çok. Silivri’deki Balıkçılar Kahvehanesi’nin tam arkasında, denize sıfır bir kuytuluk vardır. Birkaç masa ve sandalye bulunur orada. Kahvehaneden fıçı biranızı alıp oraya oturduğunuz zaman, biranızı yudumlayarak ufuk çizgisine bakarken beyninizin içindekiler dahil tüm seslerden arınabilirsiniz rahatlıkla.

Çocukken Silivri’nin yoğurduyla ya da ödüllere doymayan folklor ekibiyle filan övündüğümüzü hatırlıyorum. Artık cezaeviyle, Ergenekon davasıyla, yolsuzluklarla, uyuşturucu ve fuhuş baskınlarıyla gündemde olması, bir kıyı kasabası olan Silivri’yi nasıl etkileyecek acaba?

Bütün sokaklarını, bütün kıyısını, ağaçlarını, hiç dinmeyen rüzgârını kendi bedenimi tanır gibi tanıdığım Silivri’nin bir kişiliği olduğuna inanırım hep. Biraz neşeli, biraz hüzünlü ama her koşulda sıcak kanlı birisi... Dinlemekten usanmayan ama nadiren konuşan... Örneğin yüksek bir yarın üzerine kurulu bir Kale’si vardır Silivri’nin. Oradan bakınca, Marmara bir deniz değil de okyanus gibi gözükebilir size.

Üstelik, Silivri Kalesi’nin yakınlarında bulunan ‘Şenlik Mahallesi’nde Romanlar yaşar ve özellikle yazları çaldıkları klarnetin sesine hayali korsan gemilerinin yanaştığına tanık olabilirsiniz rahatlıkla. İçinde sadece sevdiklerinizin ve sevip kaybettiklerinizin bulunduğu bir korsan gemisi... “Yelkenler fora!” diye bağıran kaptanın sesiyle içiniz ürperebilir o an. Peki ya neden ‘korsan gemisi’?..

Bülent Usta (Birgün, 22 Ekim 2008)

0 yorum: