NASIL BİRLİKTE YAŞANIR?

Posted: 14 Ekim 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir süredir üniversitede ders vermek için haftada bir gün, üç ayrı taşıta binip yolculuk yapmak zorunda kalıyorum. Uzun zamandır böylesine otobüslerde vakit geçirmediğim için, İstanbul’un trafiğini unutmuşum. Otobüsler, vapurlar tıkış pıkış… İnsanlar inanılmaz gergin… Öyle ki, bir yolculuk sırasında –tesadüf olsa gerek- üç ayrı kavgaya tanık oldum.

Etrafımı saran kalabalıktan kendimi korumak için, eğer oturma şansı bulmuşsam bir kitabın sayfaları arasında kaybolmaya çalışırım. Bu çoğunlukla bir roman ya da öykü olur. Bedenim, o otobüste, ama ‘ben’ başka bir yerdedir artık. Böyle yapmamın nedeni, insanlardan hoşlanmadığım için değil. Tüm bu yabancı insanların bedenleriyle bedenim arasında mesafenin fazlaca kısa olması… Bilimsel makalelerden birisinde okumuştum: İnsan beyni, yabancı olarak duyumsadığı varlıkların bedene fazlaca yaklaşmasıyla birlikte alarm durumuna geçiyormuş. Bir tür kendini koruma çabası… İnsanların kulaklığını takıp müzik dinlemesi bile, aslında kalabalıkla bir mesafe yaratmak içindir bir bakıma. Çünkü nasıl insanlarla birlikte olma ihtiyacı duyuyorsak, yalnız kalma, kendi içimize dönme, başkalarının varlığını duyumsama ihtiyacımız gibi, kendi varlığımızı da duyumsama ve yaşama ihtiyacı duyarız nihayetinde.

İşte bu otobüs yolculuklarımdan birisinde, tesadüf olsa gerek, Roland Barthes’ın Sel Yayıncılık’tan çıkan ‘Nasıl Birlikte Yaşanır’ adlı kitabını okuyordum. Şöyle diyordu Barthes: “Evlerde, apartman dairelerinde, trenlerde, uçaklarda, derslerde, seminerlerde lükse sahip olmak demek, çevresinde yer olması demektir.”

Kritik uzaklığı bulmadan ve düzenlemeden birlikte yaşamak, bence de pek mümkün gözükmüyor. Panik atağın ve stresin neredeyse modern yaşamın bir parçası haline gelmesi, bu kritik uzaklığı düzenlemeye ihtiyaç duyulmamasıyla alakalı gibi geliyor bana. Daha da önemlisi Barthes, yaşamak için zorunlu olan bu kritik uzaklığı, birlikte yaşayan öznelerin mesafe ahlakıyla açıklıyor. Ama bu ahlak, ahlaka dair her şeyde olduğu gibi çeşitli sorunları da taşıyor içinde: Bedenlerimizi zırhlarla mı kaplayarak kendimizi koruyacağız? Yoksa, zırhları tamamen kaldırmanın yollarını mı arayacağız? En önemlisi, o kritik uzaklığı, neye göre belirleyeceğiz?

Barthes, kitapta ortaya bir kavram atıyor: ‘idyoritmi’… İdyoritmi, her bireyin kişisel ritminin yerini bulduğu birlikte yaşama anlamına geliyor. Özerkliğini kaybetmeden topluluk üyesi olanlara örnek olarak da, ilk Hıristiyanların keşişlerinden Seylan’ın ılımlı Budist keşişlerine kadar bir dizi örnekten yola çıkarak bu kavramı görünürleştirmeye çalışıyor. Thomas Mann, Emile Zola ya da Daniel Defoe gibi yazarların romanlarından yola çıkarak idyoritmi meselesine farklı boyutlar kazandırıyor. Ama amaç, idyoritmiye dair tanımlamalar yapmak, hazır reçeteler sunmak değil. Daha çok yöntemli sorular sordurmak ve çeşitli dizgeler içerisinde idyoritmiyi göstererek tartışmak… Ayrıca, Barthes’ın ‘idyoritmik birlikte-yaşama ütopyası’nı araştırması toplumsal bir boyut da taşımıyor, Fourier gibi düşünürlerde gözlemlediğimiz gibi. Barthes, bu kitapta yer alan derslerine, ‘kişisel kullanıma yönelik ütopya’ olmamasına duyduğu açlıkla başlıyor zaten. Derslerinde romanlara bu kadar çok yer vermesi de, kişisel ütopyalar dediğimiz şeyin daha çok romanlar aracılığıyla mümkün olmasından kaynaklanıyor bir bakıma.

İdyoritmi bozulmuş bir toplumda yaşadığımız bir gerçek. Bu ritmi, devletten kapitalizme kadar pek çok şey bozuyor. Herkesin gergin olmak için öyle çok nedeni var ki… Mesela, otobüste bu kitabı okur ve birlikte nasıl yaşayabileceğimizi hayal ederken, otobüs şoförü yolculardan birisiyle kavgaya tutuştu. İkisinin de gergin olma nedeni anlaşılabilirdi.

Birbirlerine yumruk atacak, hakaretler yağdıracak kadar onları geren, strese sokan o kadar çok şeyden bahsedebiliriz ki… Bu olayın ardından kadın yolculardan birisi tacize uğradı ve olaya müdahale eden bir erkek, tacizci erkeği yumruklamaya başladı. Olay orada da kalmadı. Kavga edenler otobüsten indiğinde, taciz edenin arkadaşları birikti ortalıkta ve kısa süreli bir linç girişimi de yaşandı bu arada. Kalabalığın büyük bir kısmı, televizyondan izler gibi izlemişti yaşanan linç girişimini…

Prozac toplumu diyerek günümüz insanını eleştirmek kolay gözüküyor. Ama bu koşullarda, insanların o kritik uzaklığı yaratmak için çeşitli araçlara ihtiyaç duyması kaçınılmaz. Ama bu sorunun farkına varmak ve nedenleri üzerine düşünmek çok daha mühim olsa gerek. Yani işin içine sadece psikologları sokmak, sosyologların tespitlerinden, siyasetbilimcilerin yorumlarından faydalanmak yetmiyor.

Bir göstergebilimci olan Roland Barthes’ın bu çalışması, soruna bir başka gözle bakmamız için oldukça mühim. Ama Barthes’ın kitabı, Barthes’ı ilk kez okuyacaklar için zorlayıcı bir kitap. Üstelik kitabın, derslerin ses kayıtlarından hazırlanmış olması ve Barthes’ın ‘parçacıklar’ adını verdiği şeyler uyarınca düzenlenmiş olması da, alışıldık okuma etkinliğinden daha fazlasını talep ediyor okurdan, kaçınılmaz olarak.

Ricœur’ün kitaplarında da gördüğümüz gibi, Barthes, bu dersler aracılığıyla okura düşünce mutfağını açıyor bir bakıma. Oluşturduğu dizgeler içerisinde bir düşünce akışı içinde deviniyor insan. Aslında alışık olduğumuz şey, yazar ve düşüncelerin mutfağı değil, o mutfaktan çıkanlardır genellikle.

Beni, bu kitapta en çok kışkırtan şeylerden birisi de, Barthes’ın ‘kişisel kullanıma yönelik ütopyalar’ tespiti oldu… Ütopya değil, ütopyalar… Sadece toplumsal değil, bireysel ütopyalar… Sanırım roman türünün günümüzde sırtını yaslayacağı yer de bu kişisel ütopyalara duyulan ihtiyaç olacak… Çünkü insanın sadece toplumla değil, kendisiyle de arasına mesafe koyacağı yaşamsal ve düşünsel araçlara duyduğu ihtiyaç, her geçen gün daha da artıyor.

Bülent Usta (Birgün, 14 Ekim 2009)

0 yorum: