ÇORAP SÖKÜĞÜ

Posted: 23 Aralık 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Bütün dikkatimiz “Kürt Açılımı” etrafında yaşanan gelişmelere çevriliyken, hayat, bir yöne doğru akmaya devam ediyor. Hiç bitmeyecekmiş hissini veren bir geçiş süreci içinde siyaset, toplum… 12 Eylül’ün bu ülkenin başına yün bir çorap ördüğü söylenebilir. Cumhuriyeti ben 29 Ekim ve 12 Eylül olarak iki ayrı devrede değerlendiriyorum. 12 Eylül Cumhuriyeti, 29 Ekim Cumhuriyeti gibi, ama tamamen farklı bir amaçla her şeyi kökten değişime uğratmış, toplumda yarattığı travmanın etkisiyle oluşan kültürel atmosfer, 12 Eylül kurumlarının ihtiyaç duyduğu ortamı tüm ihtişamıyla oluşturmuştu. Piyasa ekonomisinin getirdiği bazı özgürlükler, siyasi özgürlüklerin yerini alarak, daha önce konuşulmayan pek çok şeyi konuşulur hale getirirken, bir yandan da bir kesim sıkı sıkıya susturulmuştu. Ortada gürültülü bir sessizlik vardı. Bir reklam repliğinde yer aldığı gibi “ağzı olan konuşuyor”du artık. Birbirinin kopyası olan özel televizyonlar, radyolar, ağzı olanın konuşması için geniş imkânlar sunuyordu. Sunulan bu imkânlar, tamamen olumsuz bir etki de yaratmamıştı elbette. Kadınlar, eşcinseller gibi, daha önce pek sesleri çıkmayan kesimler de, oluşan bu kakofoni içinde yer bulabilmişlerdi. Ama ağza alınmayacak meseleler de vardı. Kürt meselesi bunlardan birisiydi. Kürt sorunu, bastırıldığı yerden ortaya çıkmıştı çünkü.

Soğuk savaşın yerini, kısa sürede sıcak bir mesele, Kürt meselesi almış ve tüm siyaset neredeyse bu mesele etrafında örgütlenmişti. Bu meseleyle, kedinin fareyle oynanması gibi yıllarca oynanmış ama otuz yıllık bir çözümsüzlük ve meselenin büyümesiyle artan maaliyet ve umutsuzlukla mücadele etmek zorlaşmıştı. Çünkü dünya, iki kutuplu bir dünyadan tek kutuplu dünyaya dönüşmüş, uluslararası stratejiler, siyasetler değişmişti ve bu şartlar altında, Kürt meselesine yaklaşım da eskisi gibi olamazdı. İşte tüm bu yaşanan süreç, 12 Eylül’ün kafamıza ördüğü çorabı eskitti… Çorap, öyle eskidi ki, lime lime olmuş yerlerinden dışarıyı görme fırsatı bulanlar çoğaldı. Üstelik, yaşamın tüm alanlarını ele geçiren kapitalizm, vaat ettiklerini de bir türlü gerçekleştiremiyordu, gerçekleştiremezdi. Bir kesim hızla zenginleşirken, bir kesim hızla yoksullaşıyordu çünkü. Eğer ki, İngiltere vb. zengin bir kapitalist ülkeye dönüşebilseydi Türkiye, eminim ki Kürt meselesinin hazmedilmesi de kolaylaşabilirdi. Ama ülkenin doğusu fakirleştikçe, GAP ve benzeri projelerle kendilerine vaat edilenlerin gerçekleşemediğini gören halk, umudunu sistemden kesmişti. Bir de üstüne üstlük, ülkenin doğusu, 1980’lerdeymiş gibi sıkı yönetimle idare ediliyor, upuzun bir 12 Eylül gününü yaşamaya mahkûm ediliyordu. Aynı sıkıyönetim, ülkenin batısında uygulansaydı, feodalitenin baskısı olmadığı için, bu kadar uzun bir 12 Eylül günü yaşanması mümkün olamazdı.

Bu çorapta Kürt meselesi en büyük deliklerden birisi olarak kaldı ve oradan uç veren iplik, azar azar sökülmeye devam etti. Musa Anter gibi pek çok aydının ve gencin ölümüyle çorabı yamamak isteyenler, ne yaptılarsa başarılı olamadılar. Orada yaşanan kirli savaş, kanserli hücreler gibi her tarafa yayılıyordu. Peki “Demokratik Açılım” bu çorabı söküp atabilecek mi? Yoksa, kafamıza geçirilen çorabın markası mı değişecek? Daha az sıkan, daha rahat nefes alınan bir çorap mı örülüyor başımıza? Az daha Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılacak olan bir parti, 12 Eylül çorabını çıkartabilir mi başımızdan? Keşke çıkartabilse… Ama çorap yukarıdan aşağıya doğru çıkartılmaz. Başa geçirilen çorap, ancak aşağıdan yukarıya doğru çekilerek çıkartılabilir. Başa geçirilen çorapları, ayağa giydirecek olanın ne olduğu da tarihe bakarak görülebilir ayrıca…


Başlangıçlar

Metis Yayınları’nın “Metis Eleştiri” dizisinden çıkan kitapları, benim başucu kitaplarım arasında yer alır her zaman. Bu diziyle, edebiyat eleştirimize yapılan katkının çok değerli olduğu açık. Bahtin, Paul de Man, Todorov, Barthes gibi yazarların eserlerinin bulunduğu bu diziye, Edward Said’in Ferit Burak Aydar tarafından çevrilen “Başlangıçlar – Niyet ve Yöntem” adlı kitabı da eklendi bugünlerde. Edward Said, daha çok oryantalizm ve Filistin sorunu hakkındaki çalışmalarıyla tanınıyor bizde… “Başlangıçlar”ın yayımlanmış olması, bu açıdan çok mühim. Benim için bir başka mühim nokta da, Edward Said’inVico, Foucault gibi düşünürlerle girdiği tartışmalar ve Proust, Kafka gibi yazarları yorumlayışı oldu. İlahi, mitik “köken” kavramının karşısına, seküler, insan ürünü “başlangıç” kavramını koyuyor yazar. Anlatı ile metinsellik arasındaki bağı, tahakküm eleştirisinden bastırılmış tarihin ya da geleneklerin analizini bu kavram etrafında yeniden okuyor.

Kitabın bir yerinde, İslâmiyet ve roman ilişkisini irdeliyor Edward Said. “Modern Arap edebiyatında roman vardır, ama Arap romanlarının hemen hepsi bu yüzyıla aittir” diyor. Türk edebiyatı da, Arap edebiyatıyla aynı kaderi paylaşıyor bu konuda. Nasıl ki, bizde yazarlarımız Avrupa edebiyatını tanıdıktan sonra roman yazmaya başladıysa, Araplar da aynı yolu izliyor. Çünkü roman, “alternatif dünya yaratma”, “gerçek dünya”yı yazarak değiştirme, genişletme amacına hizmet eden bir tür. Yazara göre İslâmiyet, dünyayı daralan ya da genişleyen bir doluluk olarak görmez. Peygamber, bir dünya görüşünü tamamlamış kişidir. Yeni, alternatif bir dünya yaratmak, tamamlanmış bir dünya görüşü içinde bir ihtiyaca dönüşmez. Sanat, ancak bu tamamlanmış dünyayı süslemeye yarar, yeniden yaratmaya değil. Aslında tek tanrılı dinlerin hepsinde, bu tamamlanmış dünya görüşünün yer aldığını söylemek mümkün bence. Bu yüzden meseleye, modernleşmeyle kültür arasındaki ilişkiden bakmak daha anlamlı gözüküyor.

Bülent Usta (Birgün, 23 Aralık 2009)

0 yorum: