YAŞAMA AZMİ

Posted: 8 Aralık 2009 Salı by bülent usta in
0

Kurban Bayramı’nda, akrabalara bayram ziyareti yaparken, bir tür Anadolu turu da gerçekleştirmiş oldum. Köy ve kasabalarda dikkatimi çeken pek çok şeye rağmen, tanık olduğum şeyler arasında hiçbir şey, eşimin dedesinin köyünde gördüğüm ihtiyar eşek kadar etkilemedi beni.

Bir bacağı yaralıydı hayvanın. Öyle böyle bir yara değil, neredeyse yaranın içinden kemiği görünüyordu. Üstelik ağzı da yaralıydı ve ona verilen samanı çiğneyemiyordu bu yüzden. Eşeği yattığı yerden kaldırıp bahçeye çıkardık. Yeşilliği görür görmez ayağa kalkmak istedi. Muhtemelen açtı ve yaralı ayağına rağmen doğrulmak ve önünde uzanan çimlere doğru koşmak istiyordu. Ne yazık ki, her ayağa kalkma teşebbüsü, yıkılışıyla sonuçlanıyordu. Ama hiç pes etmiyor, başını yere çarpıyor olsa da, önünde uzanan o çimlere ulaşmak için çırpınıyordu. Onun yaşama azmi karşısında şaşırdığımı itiraf etmeliyim. O ana kadar, iyileşemeyeceğini öngörüp onu öldürmeyi düşünenlere itiraz etmemiştim. Ama onun yaşama azmi ve coşkusu karşısında diyecek hiçbir şey kalmıyordu.

O ihtiyar eşeğe ne oldu ya da ne olacak hiç bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, o hayvanda gördüğüm yaşama azminin ve coşkusunun akıl almazlığıydı... Ve onu gördüğüm gün, binlerce hayvan dini sebebler yüzünden bıçak altına yatırılıyordu. Dereler, nehirler kan olup akıp gitmişti o gün...

Siz de gazetelerde okumuşsunuzdur, sakinleşmeyen boğanın arka ayaklarını kesen kasabı... Kasap yakalandı ve cezası verildi: 969 TL... Burada sorun kasaba verilen ceza değil, bu ve benzeri olaylara tanık olup olağan bir şeymiş gibi kabullenen insanlar...


Antika Sandık Odası


John Fowles, Süha Sertabiboğlu’nun çevirisiyle 2004’te Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Zaman Tüneli” adlı kitabında milliyetçiliğin eleştirisini yaparken, Garcia Marquez’den bahseder: “Marquez’in öyküsündeki gerçek hainler, gönülsüz intikamcılar değil, gözlerinin önünde, kolayca önlenebilecek bir cinayet işlenmiş olan kasaba halkıdır. Halk bu cinayeti engellemez, duyarsızlık, gelenekler, toplumsal söylenceler ve yerleşmiş alışkanlıklar, onur, görev, gurur vs. gibi lafları etmeden önce durup bir düşünmekten acizlik, ellerini kollarını bağlamıştır.” Fowles, bu elleri kolları bağlanmış halk gerçekliğini, tarihsel bir miras olarak değerlendiriyor. O miras da, totemlerle, fetişlerle, cahillik ve korkularla, bencillikler ve mantıksızlıklarla tıka basa dolmuş antika sandık odasına benzetiyor ki, savaşlara, katliamlara, yoksulluklara, acılara karşı halkın duyarsızlığını başka türlü açıklayamıyor.

Bugünlerde çok çarpıcı bir kitap yayımlandı Everest Yayınları’ndan: “Affet Bizi Marin”... Orhan Miroğlu’nun kitabı, Süryanilerin dününü ve bugününü anlatıyor. Çeşitli tanıklıklar, anlatılar, söyleşilerle bir tarih kitabı ya da incelemeden daha çok, bir ağıda benziyor kitap… Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice dilini konuşmakla övünen, zengin kültürü ve tarihiyle bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan Süryaniler, başka bir gezegende yaşamış meçhul bir halka dönüştürülmüşse, bunun bir nedeni vardı elbette. Onlara yapılan haksızlıklar, katliamlar, sürgünler, unutulacak gibi değil… 1915 Ermeni tehciri sırasında, işgüzar bir valinin Süryanileri de Hıristiyan oldukları için o korkunç tehcire dahil ederek yaşadıkları topraklardan sürmeye kalkışması ve onların mallarına, mülklerine el konulması gibi ayrıntılar, insanın vicdanını kanatıyor. Sadece o mu? Kıbrıs’a asker çıkartılması sırasında bile bu azınlık, 6-7 Eylül Olayları’nın bir benzerinin yaşanacağını düşünüp evlerini barklarını terk etmek zorunda kalmış. Yani sürekli tedirgin ve ürkek yaşamışlar bu topraklarda… Hrant Dink’in “tedirgin güvercin”i misali… Tamam, askerler geldi götürüyor onları… Peki ya halk?.. O Süryanilerin konu komşusu… Miroğlu, Kürt aşiretlerinden bazılarının Süryanilere yaptığı zulümden bahsediyor kitabında… Ermeni tehciri sırasında da, müslüman olanlar, gayrimüslümlere eziyet etmemiş miydi? Daha düne kadar komşusu olan, alışveriş yaptığı kişilerin zulmüne uğramaktan ya da yapılan zulme seyirci kalınmasından daha kötü ne olabilir ki? Fowles’un bahsettiği o miras, yani cahillikler ve korkularla dolu o “antika sandık odası”nı temizleyip kan ve kinden arındırmadan, nasıl müreffeh bir hayat sürülebilir ki bu topraklarda…

Karpuz kabuğundan yaptığı gemiye binip bizleri terk eden sinemacı dostumuz Ahmet Uluçay’ı saygıyla anıyorum… Sinema ve sanat coşkusunu unutmak mümkün değil…

Bülent Usta (Birgün, 2 Aralık 2009)

0 yorum: