HİPNOTİK HAYATLAR

Posted: 19 Mayıs 2010 Çarşamba by bülent usta in
0

Adeta hipnotik bir seans şeklinde yaşıyoruz hayatı. Bilinmeyen bir güç, insanlığın çoğunluğunu hipnozu etkisi altına almış, ateşi su niyetine içirecek kadar büyülemiş olsa gerek. Uysal bir köle gibi davranması istenen, nasıl başka türlü uysal bir köleye dönüşebilir? Bir katil, kendisini vatansever olduğuna nasıl inandırabilir başka türlü? Tıklım tıklım otobüslerde ve sıkışık bir trafikte işlerine yetişmeye çalışanlar, kabullenmişlerse bu korkunç trafiği, asgari ücreti, sarışın sendikaları, yolsuzluk yapan politikacıları... Bir tür hipnoz altında oldukları söylenebilir mi?
İnsanlar, anlık olarak uyanırlar hipnozlarından... Bir melodi, bir şiirin dizeleri, sarsıp uyandırabilir bir zihni... Sinema çıkışlarında, insanların yüzlerindeki o ışığı fark ettiniz mi hiç? Belki de başka bir hipnozun etkisi altına girdikleri içindir yaşadıkları o his... Sinema da, sanat da bir tür hipnoz deneyimidir belki... Bir romanı okumak, bir hipnoz seansına katılmaya benzetilebilir. Gerçekte olmayan şeyleri, gerçekmiş gibi yaşamak...

Çocukları oyun oynarken izlediniz mi hiç? Hırsız-polis oynarlar örneğin. Hırsız da, polis de olmadıklarını bilirler. Oyun bitti mi, yine birer çocukturlar. Ama nasıl da ciddiye alırlar oynadıkları rolleri. Ya da bir oyuncak arabayı halının üzerinde sürerken sanki o arabanın içinde yolculuk ettiklerini bile düşünebilirsiniz; o arabanın sadece bir oyuncak olduğunu, onlar da bilirler halbuki...

Freud, ünlü makalesi “Gündüz Düşleri”nde, sanatçıları oyun oynayan çocuklara benzetir. Asıl soru şudur: “İnsanlar büyüyünce oyun oynamaya son verirler mi?” Freud, insan doğasının hiçbir şeyden vazgeçmediğini, sadece bir şeyin yerine başka bir şeyi koyduğunu belirtir. Artık oyun oynamasa da, her insan hayal kurmaya devam ediyordur. Doyurulmamış arzularını, bir şekilde tatmin etmeye devam eder insan… Arzuların tatmin edildiği gündüz düşlerine benzetilemez mi sanatsal yapıtlar? Yoksa Rollo May’in, “Yaratma Cesareti” adlı yapıtında iddia ettiği gibi, sanat, suçluluk duygusuyla mı ortaya çıkar? Yani, varlığından suçluluk duymadan ikinci bir dünyaya neden sahip olmak istesin insan?

Modern edebiyat, rüya ile gerçeklik arasında kurulan bağıntıyı, bestseller’ların aksine, merkezine bireyin yerleştiği eleştirel bir yapıya dönüştürmüştü. Orada da kurulan bir ikinci dünya vardır, gerçeklerden olduğu kadar düşlerden de beslenen. Ama arzuların tatmininden çok, arzuların kökenlerine işaret eden, sorgulayıcı bir yapıdır kurulan. Öğretici olmaktan ya da hayal kurdurmaktan daha öte bir şeyin peşindedir çünkü.

Düşler ile yaratıcılık arasında, doğrudan bağlar da var, tıpkı ‘hypnagogia’ diye tabir dilen, uykuya dalarken ya da uyanırken görülen halüsinasyonlar gibi. John Fowles, “Yaratık” adlı romanının doğuşunun bu türden bir ‘hypnagogic’ deneyime bağlıyordu. Goethe’den Brahms’a, Edgar Allan Poe’dan Salvador Dali’ye daha pek çok yazar ve sanatçının bu tür deneyimlerden faydalandığını biliyoruz.

Peki ya, sanatçıların bu türden deneyimleri, yaşadıkları hipnozdan sıyrılma anları olarak da görülebilir mi? Yaratıcılık, bir tür uyanış olarak görülebilir mi? Bir düşten başka bir düşe geçiş...
Ernst Bloch’un yakınlarda İletişim Yayınları’ndan çıkan “İzler” adlı anlatılardan oluşan kitabını okurken aklıma geldi, toplu halde hipnotik bir deneyim yaşadığımız. Kitabın dili, çevirmenin sözcük ve imla tercihleri yüzünden zorlayıcı olsa da, Bloch gibi önemli bir düşünürün edebi niteliği güçlü anlatılarının etkisi altına girmemek imkânsız...

Bloch, baştan sona neredeyse bir tür hipnoz uyguluyor okura. Kendi içsel deneyimlerini, okurun içsel deneyimleriyle yer değiştiriyor neredeyse. Onun gibi hayata bakmaya başlıyorsunuz bir süre sonra.

Şöyle yazmış Bloch, anlatılarından birisinde: “Gerçi her insan şu ve bu olarak zaten burada gibi görünür. Ancak hiç kimse öne sürdüğü şey olmayıp, hele hele, sergilediği şey hiç değildir. (...) Daha sonraları, içinde olmakla kalmadıkları, ama mesleki olarak veya herhangi bir bağlamda da içine sokuldukları kabuklarına alışırlar.”

Bütün mesele de, içine sokulduğumuz kabuklara alışmamızla alakalı aslında. Alışamayanlar, arızalı insan muamelesiyle karşılaşır genellikle. Yeterince hipnoz etkisine girememiş olanlar, kendilerine ait olmayan bir kabuğun içinde çaresizlik içinde kıvranıp dururlar. Onlara yatıştırıcı, sakinleştirici ilaçlar verilir. Prozac toplumu!.. Kabuğu çatlatıp dışarı çıkmak isterlerse, hapishane ya da akıl hastanesine yönlendirilirler.

Bloch, kitapta cırcırböceklerinden bahsettiği bölümde şöyle yazmış: “Çoğu karanlıkta tutulur ve kendilerini hemen hemen hiç görmezler. Yürüyen bantta günde sekiz saat hep aynı hareketi yapmak zorunda olan adamın akıbeti aynen maden işçisi kadar meçhuldür.”

Sanat, insanların karanlıkta birbirlerini ve en önemlisi kendilerini görmelerini sağladığı sürece, anlamlı olsa gerek. Cılız da olsa bir ışık, sızıyor içeriye...

Bülent Usta (Birgün Gazetesi, 19 Mayıs 2010)

0 yorum: