SANATA ÇELİK TABUT!

Posted: 6 Ekim 2010 Çarşamba by bülent usta in
0



Bertolt Brecht, ölmeden önce kendisi için çelik bir tabut sipariş etmiş. Bir insan öldükten sonra, cesedinin ne olacağını niçin düşünür acaba? Max Frisch, Brecht’in iktidar sahiplerinden ya da leş yiyicilerden korunmak istiyor olabileceğini yazmıştı günlüğüne.

Brecht, tüm “gerçek” sanatçılar gibi, tedirgin yaşadı bu dünyada. Örneğin çakan şimşeklerin bile onu tedirgin ettiği söylenir. Üzerine tesadüfen bir yıldırım düşerse, bu olayı Papa’nın malzeme etmesinden çekinirmiş. Yağmur başlayınca, mutlaka korunaklı bir yer ararmış kendisine. Tophane’deki saldırıları görünce, Brecht’in kaygılarını daha iyi anlıyor insan. Keşke sanata giydirebileceğimiz çelikten bir zırh olsa. Medya ve iktidar sahipleri, linç çetelerine müsamaha gösterip sırtlarını sıvazladıkları sürece, ne muhalifler, ne de özü gereği muhalif olmak zorunda kalan sanatçıların bu topraklarda rahat bırakılmayacağı çok açık.

Medya, linç çetelerinin sırtını nasıl mı sıvazlıyor? Onların yarattığı dehşeti, farkında olarak ya da olmayarak meşrulaştırırak yapıyor bunu. Mutenalaştırma diye bir kavram dolaşıyor ortalıkta örneğin. Modernleşmeye karşı bir ayaklanma ya da sınıfsal bir tepki olarak gösterilebiliyor bu linç girişimi. Kimsenin saldırganların tutuklanıp tutuklanmadığıyla ilgilenmemesi, bu linç çetesinin önceki vukuatlarının bu olayı hazırladığı gerçeğini gözardı edilmesine neden oluyor. Hemen “mahalle sakini” etiketi yapıştırılıyor saldırganlara; başka linç olaylarında da “sade vatandaş” etiketinin kullanılması gibi. Sanatçılarsa, zaten toplumdışı olarak etiketlendikleri için, mağdur olsalar bile suçlanabiliyorlar rahatlıkla.

Aslında tüm o uzman kılıklı ideolojik robotlar, topluma iktidarların ürettiği şablonları dayattıkları sürece, işimiz çok zor. Şablonlarla düşünmenin kolaycılığı, Deleuze’e atıf yaparak konuşmayı alışkanlık haline getirenlerde bile görülebiliyor rahatlıkla. Gittiği her resim sergisine, her toplumsal olaya, her düşünceye, aynı şablonu koyarak işe başlayanlar, kendilerine korunaklı bir entelektüel zemin yaratma derdiyle hareket ediyorlar her zaman. Yeni bir keşifmiş gibi, binlerce kez söyledikleri şeyleri, bu olay için de sıralıyorlar nefes almaksızın. Anlattıkları şeylerin içerisinde linç çeteleri geçmiyor hiç örneğin. Ya da resimlerinden çok 301’ciliğiyle (301: Hrant Dink’in mahkûm edildiği madde) meşhur olmuş bir ressam, kendisinin de bir zamanlar linç örgütleyicisi olduğunu unutturmaya çalışmak ister gibi, medyada sanatçılar adına söz alabiliyor pervasızca.

Pek çok kişi, sanatçılara yeni yer göstermekle, akıl vermekle meşgul. Hatta içten içe sanata karşı gizli bir nefretin varlığı da seziliyor medyada yer alan bazı görüşlerde. Sanata karşı düşmanlık, öylesine içselleştirilmiş ki, sanatçılar bile utanıyorlar sanki kendi varoluşlarından. Özür diler gibi yaşayıp üretiyorlar neredeyse. “Özür dilerim, bir resim yaptım da… Özür dilerim, yapacak onca şey arasında, sizin hiç önemsemeyeceğiniz güncel sanat işleriyle ilgileniyorum... Özür dilerim, paramı ve vaktimi, sizin benden nefret etmenize neden olan sanata harcıyorum…”

Tophane’de yaşanan saldırılardan çok, bu saldırıların medyada yer alış şekli, sanatçıların bu saldırışı değerlendirişi, akademisyen robotların canlı bir olayı şablonlarla düşünerek öldürmesindeki maharet ve elbette linç çetelerinin varlığı, açıkçası beni fena halde endişelendiriyor. Endişelendiriyor çünkü, zaten sansür ve otosansür mekanizmaları gelişmiş bu topraklarda sanatsal üretim yapmanın zorlukları ortadayken, bir de linç çetelerinin varlığı ve sanata karşı bu linç girişimlerine karşı bu çarpıtma ve ilgisizlik, her şeyi daha da dibe doğru sürüklüyor. Daha geçenlerde bir romancı, yayımlanmadan evvel okumam için bana romanını göndermişti. Romanın önceki halini de okuduğum için, romandaki pek çok sahnenin ya çıkarıldığını ya da değiştirilip yumuşatıldığını gördüm. Otosansür yüzünden önceki romanla hiçbir alakası kalmamıştı eserin.

Ebedi İkilem

Yakınlarda Claude Gintz’in “Başka Yerde&Başka Biçimde” adlı eleştirel metinlerinin yer aldığı kitabı, Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı. Kitabın bir yerinde Gintz, sanatın ebedi ikileminden bahsediyor: “Dün olduğu gibi bugün de, sanat, çağdaş Batı toplumlarında kendi üretim ve dağıtım koşullarının yarattığı ebedi ikilemden yakasını kurtaramamıştır. Olduğu gibi görünen bir topluma sanat yapmak: Sanat eserini, egemen sınıfın algılama kapasitesini hesaba katarak ve bu sınıfın ideolojik beklentisine uygun bir biçimde yaratmak. Kabaca söyleyecek olursak, New York galerilerinde sergilenen sanat ürünleri bu modele uygundur. Sanat dünyasında eleştirel bir tavır takınmak ve bu arada kabul edilmiş üyeleri birbirine göz kırpan bir tür sanatçı gettosunda kısılıp kalmak...”

Bu metni okurken, bizim sanatçı gettomuz neresi diye düşünmeye başladım. Beyoğlu mu? Korkarım, bizim bir sanatçı gettomuz bile yok. Üstelik burjuvazimizin sanatsal zevkinin ne düzeyde olup olmadığını, sanata yaptıkları harcamalarda görmek mümkünken, hesaba katabileceğimiz “egemen sınıfın algılama kapasitesi”ni de bulamıyoruz ortalıkta. Devlet bile sanatı ve sanatçıyı umursamıyor eskisi kadar. Yani, bizim bir ebedi ikilemimiz bile yok. Ama linç çetelerinden sanata duyarlılığı en alt seviyede olan medyamıza ve ideolojik robotlar yetiştiren akademilerimize kadar, önümüzde bir yığın engel var. Biz en iyisi, Hanefi Avcı’nın “bana gülüm derdi” adlı yeni çıkan TV dizisine ya da “türban serbest bırakılsın mı” dizisinin tekrar gösterimlerine dönüp, yeni linç girişimlerinin örgütlenişini izleyerek, ideolojik robotların telkinleriyle sanatçıları hür müreffeh bir ülkede yaşıyormuşuz gibi hayallere dalalım...

Türkiye’de tüm sanatçılar, Brecht gibi kendilerine birer çelikten tabut sipariş etmeli! En azından öldükleri zaman korunurlar!

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 6 Ekim 2010)

0 yorum: