PEREKATİ-POLE

Posted: 27 Ocak 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Rusça ‘perekati-pole’, ‘tarlada sürüklenen’ anlamına geliyormuş. Bahar yıldızı, kuduzotu gibi bitkilerin kurumasıyla oluşan, rüzgârda büyük bir balon gibi sürüklenip yuvarlanan çalı...

‘Perekati-pole’ye, Andrey Platonov’un Metis Yayınları’ndan çıkan ‘Can’ adlı romanında rastladım, çevirmen Günay Çetao Kızılırmak’ın dipnotu aracılığıyla... Çevirmen bu çalıyı, orijinal adıyla bırakmış romanda, her ne kadar içimden >’rüzgâr çalısı’ demek gelse de, ‘perekati-pole’ sözcüğüne de içim ısınmadı değil.

Romandaki Nazar, annesinin onu bırakıp gittiği bozkırda rastlıyor rüzgâr çalısına... Nazar’ın bu çalıyı kendisine yol arkadaşı ederek yürüme cesareti bulması gibi, ben de romandaki bu rüzgâr çalısının peşine takılıp gidiyorum kendi bozkırlarıma doğru... O çalı, Nazar’ı hayatını yeniden kuracağı şehre doğru sürükleye dursun, benim peşine takıldığım ‘perekati-pole’, hiç istemediğim halde gündemin ortasına getirip bıraktı beni.

Gündemde Fethullah Gülen’in açıklamaları vardı, Hanefi Avcı’nın iddialarıyla ilgili olarak. Emin olun, ben de okudum o kitabı. Amacım bir zamanlar işkence yaptığını kabul eden bir polisin iç dünyasını anlamaya çalışmaktı daha çok. Yıllar evvel “İşkenceciyi Anlamak” adlı bir yazı yazmıştım yine bu gazetede. Orada şöyle diyordum: “Bugüne kadar işkence üzerine yapılmış bilimsel çalışmaların büyük çoğunluğu mağdurlar üzerinedir. İşkencecileri incelemek yasal olarak onaylanmış bir iş yapmadıkları ve ucu mutlaka başka yerlere varacağından ötürü mümkün olmamıştır. Ama işkence görenler kadar işkencecilerin de bu sistemin mağduru oldukları ve ancak onları yaratan gücü anlayarak onlardan kendimizi koruyabileceğimiz de çok açık. Bir insan niye işkenceci olur? Onu dünyanın en iğrenç ve en aşağılık mesleğine sürükleyen nedir? Eğer biz onun nasıl işkenceci olduğunu anlamazsak ve bunu anlatmazsak sanırım biz ya da bir yakınımız da bir gün tıpkı onun gibi işkenceci olabilir.”

Ve o yazıda bir insanın nasıl işkenceci olabileceğine dair Arno Gruen’in görüşlerinden faydalanmıştım. Çitlembik Yayınları, Gruen’in kitaplarını peşpeşe yayımlamaya devam etti. Gruen’in Türkiye’de ilgi görmesinin en büyük nedeni de ‘otoriter toplumlar’da yaşayan bireylerin psikolojisine yoğunlaşması, “itaat” kavramını, geliştirdiği bakış açısının merkezine koymasıydı. Çünkü bu toplum ne çektiyse, kendisini itaat ettirmeye çalışanların vicdansızlıklarından çekmişti hep. İtaat edenin öz-benliğine ihanet ediyor olması, onu vicdani sorumluluğundan da muaf kılıyor nihayetinde.

Aynı yazımda itaatin cazibesini sorguluyordum. Özellikle bizim gibi itaatkârlığı maharet sanan, ‘asker millet’in evlatları olmakla övünen toplumları anlamak için, itaatin sadece zorlayıcı yüzünü değil, insanları gönüllü olarak itaate teşvik eden cazibesini de anlamak gerekiyor.

Peki neydi itaat etmenin cazibesi: “Gruen'e göre itaat, insanı kendi içinden uzaklaştırır ve onu aynı zamanda bu nedenle oluşacak huzursuzluktan korur. İtaat bir iktidarın varlığını ortaya koyar ve her iktidar barındırdığı güç ile kendisinden pay almak isteyen insanları etrafında toplar. Kendi eylemimizin sorumluluğunu almak daha zor olduğundan, tabi olma ve uzlaşma bizi daha güvenli bir iletişim modeli içerisine sokar ki, bu durum çocukluktan başlayarak tüm hayatımızı şekillendiren bir süreç hâline dönüşür. Kendi eyleminin sorumluluğunu alamayan ve itaat etmeye, uyumlu olmaya zorlanmış birisi için vicdanın en temel dinamiği olan empati duygusunu yitirmek kaçınılmazdır. Empati, yani kendini ötekinin yerine koyabilme becerisi yitirilmişse, o insanda gerçek duygularla karşılaşmak artık imkânsızdır.”

Hanefi Avcı, eski ruh halini kitabında şöyle anlatmış: “Yaşamın gayesi vatan, millet, bayrak, ülke, Allah, din, ahlak, kanunlar değil miydi? Bunlar o kadar önemliydi ki uğrunda binlerce insan ölmüştü, gerekirse daha binlercesi ölmeliydi. Asla bu kutsal değerler ihlal edilmemeli, hiç kimse bu değerleri kirletmemeli, bunlara karşı gelenler bertaraf edilmeliydi. Bugün hâlâ bu düşünceleri savunanlardan o zaman bir tek farkla ayrılıyordum; ben her şeyin meşru, aleni ve herkesin huzurunda olması gerektiğini
düşünüyordum; Susurlukçuların yaptığı gibi gizli, kaçak değil. Sağ düşünce ülkenin iyiliği, güzelliği ve tüm yüce değerler için vardı; sol düşünce ise komünizm, inançsızlık, SSCB demekti; mutlaka yok edilmeliydi.” Ve Avcı, sonradan bu düşünceyle hesaplaştığını, o kutsal değerlerde yanlışlar olabileceğini farkettiğini de yazmış. Daha doğrusu sorun, o kutsal değerlerin yaşanışı ve uygulanışındaymış Avcı’ya göre. Bu düşüncesinde ne kadar samimi olduğunu bilmiyorum. Kitabının ilerleyen sayfalarında olumlu bir işaret bulamadım. Yaptığı çıkışı gerekçelendirmek ve kendisini aklamak için de bu türden bir hesaplaşma görüntüsü vermiş de olabilir. Ama “eski ruh halini” tanımladığı kısımlar, Gruen’in “itaat” tanımına tıpatıp uyuyor, yani bu değerlere karşı gelenlerin “berataraf” edileceğine inanan o ruh hali... O ruh halinin bu topraklarda yaygın olduğunu herkes bilir. Linç kültürümüzün altında da o ruh halinin yattığı bir gerçek…

Fethullah Gülen’in açıklamasında benim dikkatimi en çok “herkes bilir ki, ben ‘cı’ya, ‘cu’ya karşı savaş ilan ettim. Elimden gelse o ‘cı’, ‘cu’yu alfabeden çıkararak gömerim” sözleri çekti. ‘Cı-cu’ ‘sağcı-solcu’ anlamına geliyor. Gerçekten de karşı olduğunu, Erzurum’dayken Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucusu olmasından biliyoruz. Ama daha çok 'cu'ya karşı yürütülen bir mücadele oldu bu. Aslında Fethullah Gülen’in 'cı'ya 'cu'ya savaş ilan ettiğini söylemesi, bir bakıma siyasete bakışını da yansıtıyor. Eğer 'cı'yı, 'cu'yu gömerseniz siyaseti de gömersiniz. Bugün yapılmakta olan tam da bu. Ve eğer siyaseti gömerseniz, geriye sadece 'kutsallık'larla çevrelenmiş, itaat kültüründen başka bir şey kalmaz.

Nazar, eğer o ‘perekati-pole’nin peşine takılıp yürümeseydi, belki de o bozkırın ortasında ölecekti. Bazen gidilen yön değil (Nazar, nereye gittiğini bilmiyordu), bir yöne doğru gitmenin kendisi önemli olabiliyor, hareketsiz kalmaktansa...

Ben de peşine takıldığım ‘perekati-pole’yi takip etmeye devam edeceğim... Bakalım yolumuz nereye düşecek?

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 13 Ekim 2010)

0 yorum: