SANATIN CEHALETİ

Posted: 27 Ocak 2011 Perşembe by bülent usta in
0

Uzun zamandır Okan Bayülgen’in TV şovlarını izlemiyorum. Ilk çıktığı zaman, farklı bir şey yapılıyor yanılsamasıyla izlerdim. Popüler kültürün içinden bir popüler kültür eleştirisine yönelmesi, çeşitli TV ikonlarının acımasızca tiye alınarak, ne kadar da aptallar, ne kadar da aptalız, bu ne saçmalıktır böyle dedirterek, utanç içinde kahkahaların atıldığı programlardı bunlar. Okan Bayülgen, herkesin fark edemediği şeyleri fark ettiren otoriter bir fügür olarak karşımıza çıkmıştı. Otoriterliği, telefonla bağlanan seyircinin suratına telefonu kapatmasıyla, herkesle ve her şeyle dalga geçebilmesiyle pekişiyordu. Okan Bayülgen’den bahsetme nedenim, onun şovunu eleştirmek için değil. Hollywood sinemasının, Vietnam savaşını kutsayan filmlerle de, eleştiren filmlerle de gişe yaparak kazanç sağlaması gibi, Okan Bayülgen de, o çok eleştirdiği popüler kültürün bir parçası nihayetinde. Yani işini yapıyor. Onun bu yaklaşımını, bir başka yönden ele almak gerek. O da Okan Bayülgen’in bu otoritesini neye borçlu olduğu? Seyircilerin cahilliğine mi, yoksa kendisinin olayları yorumlayışındaki yeteneğine mi?

Aslında Okan Bayülgen, yıllar yılı uygulanan bir sanat politikasını popüler kültüre taşımakla yetiniyor. Sanata karşı sanatçıların eserleri, nasıl müzelerde sergilenip, karşı oldukları sanatın bir parçasına dönüştürülüyorsa, o da popüler kültüre karşı olan bir pop figür olarak televizyon programları müzesinde yerini almış oluyor.

Sanatçı, sanatı aracılığıyla, kitlelerin cahilliğini gideren, insanların zihinlerini işgal edip onları çepeçevre kuşatan uyaranları ayıklayıp, o uyaranlar arasında bağıntılar kurup gerçeği gözler önüne sermekle yükümlü hisseder kendisini. Ama kitleler, gerçekten de onun tasavvur ettiği kadar cahil midir? Bu tür bir sanat anlayışı, günümüzde ne kadar anlamlıdır? Bu meseleyi, çeşitli örneklerle etraflıca tartışan bir kitap yayımlandı bugünlerde. Jacques Ranciére’in E. Burak Şaman çevirisiyle “Özgürleşen Seyirci” adlı Metis Yayınları’ndan çıkan kitabı, bu konuyla ilgili daha pek çok soru soruyor.

Aslında bu meseleyle doğrudan bir ilgisi olmasa da, Italo Calvino’nun, bir yazar olarak kendisine sorduğu şu soruyu da gündeme getirebiliriz: Kimin için yazıyorum? Kendimden daha az bilgili bir okur için mi, yoksa kendimden daha bilgili bir okur için mi? Bir yazarın bu soruya vereceği yanıt, onun bütün yazarlık serüvenini de belirleyecek bir sorudur. Eğer kendinden daha az bilgili bir okur için yazıyorsan, öğretici, gösterici bir misyonu benimseyecek, yazdığın insanların algısının çok düşük olduğunu varsayıp sanatından ödün vereceksin. Günümüzde bu tavrın yaygınlaştığını, kitle kültürü içerisinde yer almak isteyenlerin böyle bir yol izlediğini biliyoruz. Kendisinden daha bilgili okurlar hayal edip yazanlar ise, daha dar bir çevre içerisine sıkışmak durumunda kalıyorlar. Ama sanatı çoğaltıp zenginleştirenler de onların binbir güçlükle ürettikleri bu ürünler oluyor aslında. Eğer sanat diye bir şeyden bahsediyorsak, bunu bestseller yazarlarına ya da gişe hasılatı için yarışan filmlere borçlu olmadığımız açık.

Cahil kitleleri eğitme anlayışı 19 yy’dan beri süren yaygın bir tavır. Bu tavır, kitleleri artık sanattan, bilimden, siyasetten soğutan bir tavıra da dönüşmüş durumda. Artık sanat ile politika arasında eskisi gibi bağlar kurmamız düşünülemez. Kitlelerin cahilliği kadar, onlara öğretmeye, görülemeyen gerçekleri göstermeye soyunanların da cahilliğinin sorgulandığı bir zamandayız. Yani öğreten ile öğretilen arasındaki mesafenin azaldığı ya da kaldırıldığı bir zamanda… Bu sorgulamayı yaratan en önemli öge de, aslında çoğulcu demokrasilerden başka bir şey değil. Sık sık Umberto Eco gibi bazı önemli aydınların, “cahillik hiç bu kadar popüler olmamıştı!” haykırışlarına da tanık olmamız da, bu süreçle ilgili bir durum. Gerçekten de cahillik hiç bu kadar popüler olmamıştı. Çünkü hiç bu kadar görünür olmamıştı. Çoğulcu demokrasilerin cahilliği görünür kılmasında etkili olduğu bir gerçek.

Peki bu yeni durumun içerisinde, sanat ve politika arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz? Cahilliğin popüler kılınışına yönelik, sanat nasıl bir tavır takınacak? Her şeyin piyasa kurallarına göre belirlendiği bir zamanda, sanatın kaderi ne olacak? Sanat, sadece eğlendirmek için mi üretilecek?

Yüzyıllardır sanatçıların çeşitli eserlerinin sergilendiği bir sanat müzesi düşünelim. O müzede her hafta, her ay, her yıl, durmaksızın sanat eserleri yer değiştirir, birbirinin yerini alır, izleyenlere estetik bir haz vermek isteyenlerden, mesaj kaygısıyla hareket edenlere kadar çeşitli amaçlarla sanatçılar, eserlerini o müzede sergiler. Hatta müzenin kendisini de eserlerine ortak eden yaklaşımlar ortaya çıkabilir bu süreç içerisinde. Sadece o müzedeki eserleri değil, o eserleri izleyenlerin de sanata ortak edilerek teşhir edildiği etkinlikler de boy gösterir o müzede. Peki tüm bu sanat eserlerinin ortak noktası nedir? Sanata karşı olan bir sanat bile o müzede kendisine bir yer buluyorsa, sanatın insan ve toplum yaşamındaki önemine dair neler söyleyebiliriz? Ya da tüm bu sanat eserlerinin ortaklaştığı bir nokta var mıdır? Sanat ile politika arasında ilişki kurmak için hangi yaklaşımlar ortaya çıkar?

Aslında o müzenin kendisi, tüm içindeki devinimlerle, tartışmalarla, karşı çıkışlarla, bir bütün olarak sanatın kendisinden başka bir şey değil. Sanat bugün, aynı türden olmayan mantıkların, yöntem ve anlayışların iç içe geçtiği bir görünüme sahip. Böyle olması, sanat için bir avantaj. Belki de tüm bu iç içe geçmiş mantık ve yöntemler, sanata dair daha özgür bir eleştirel anlayışın doğmasına neden olabilir. Bu konu üzerinde düşünmeye Ranciére gibi düşünürlerle devam edeceğim. Am Ranciére’in şu sözünü hiç unutmamalı: “Sanatın dışında kalacak bir gerçek dünya yoktur.”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 27 Ekim 2010)

0 yorum: