BALIKLAR AZALDIKÇA

Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta in
0

Balıkçı kahvesinde herkes sıkıntılı bugünlerde. Balığa çıkamayan bir balıkçı, yazamayan bir yazar gibi, kendisini boş ve gereksiz hisseder. Ama balıkçılar, yazarlar kadar kaygılı bir ruh haline sahip olmazlar hiçbir zaman. Cavit Abi, masama oturduğu zaman, nasıl bu kadar rahat olabildiğini sordum. Güldü bu soruma Cavit Abi. Sonra “bir çay söyle de anlatayım” der gibi baktı. Ben de Osman’a “çayları tazele” der gibi baktım ve anlatmaya başladı Cavit Abi: “Eskisi kadar balık yok. Havalar da şaşırdı iyice. Ama balıkların yokluğu ile havaların bozulması birbiriyle alakalı şeyler. Balıklar azaldıkça havalar daha bozacak. Havalar bozdukça, insanların ruh hali daha kötüye gidecek. Her şey birbiriyle alakalı anlayacağın. İnsanların çoğu, bunun farkında değil. Aslında farkında olamıyorlar. Bu alakayı görmelerini istemiyor tepedekiler. Nasıl huzurlusunuz diye soruyorsun. Deniz, balıkçıyı eğitir. Balıkçı, doğayla savaşarak değil, uyum göstererek yaşayacağını öğrenir denizden. Biz de denizdeki balıklar gibiyiz sonuçta.”

Cavit Abi’nin bu “her şey birbiriyle alakalı” felsefesini Kungfu Hikmet’ten de dinlemiştim. Sanırım onların olaylara bir tür animistik bakış açısıyla bakabilme ve olaylar ile nedenler arasında kurabildikleri ilişkiyi kurabilme becerisinden yoksunuz. Mesela, ateşkes dönemiyle silah yasasının hazırlanması arasında bir ilişki var mıdır? Cavit Abi’ye sorsam, “silah tüccarlarının ateşkes yüzünden işleri kesat bu aralar, o yüzden böyle bir tasarıyı meclisten geçirmek istiyorlar” diyebilir. Ya da 19 Aralık ve Maraş katliamları arasında bir bağ var mıdır? Cavit Abi, Hrant Dink’in öldürülmesini de bu katliamlar zincirine bağlayacaktır muhtemelen. Haydarpaşa Garı yangını ile, şiir okumayan toplum gerçeğini de buluşturabiliriz bu mantıkla.

Türkiye’de yaşanan tüm katliamların, politik açmazların temelini, balıkçı felsefesinin ve Ricouer’ün yardımıyla tek bir noktada buluşturabiliriz: Kimlik... Kim ne derse desin, yaşadığımız bütün sorunların temelinde “kimlik” meselesinin yattığını ve bu meseleyi çözemediğimiz sürece, bu topraklarda rahat yüzü göremeyeceğimizi, katliamlar zincirine yeni halkalar ekleneceğini, silah tüccarlarının servetine servet katacağını, faşizmin her tür şiddetine daha da alışacağımızı kabul etmemiz gerek. Kimlik meselesi, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da çağımızda uğraşacağı temel mesele olmaya devam edecek. Özellikle bizimki gibi ulus-devlet modeliyle çelişen toplumsal bir yapıda, daha sancılı ve çatışmalı olacağı da kesin. Bugünlerde gündemi epeyce meşgul edecek Demokratik Toplum Kongresi’nin yayımladığı bildiri bunun bir örneği.

Kılıçdaroğlu da, Erdoğan da, meselenin kimlik boyutunu ya görmüyor ya da yanlış anlıyorlar. Kılıçdaroğlu’na göre, mesele ekonomik. Erdoğan’ın ise ne yapmaya çalıştığını bir türlü anlayamadık. “Demokratik Açılım” adının “Milli Birlik ve Kardeşlik”e dönüşmesi bile, meselenin geldiği boyutu gösteriyor aslında. Milli birlik, kardeşlik filan dedikçe, karşı taraf da çıtayı yükseltmeye devam edecek gibi gözüküyor.

Aslında CHP’nin de, AKP’nin de, kimlik sorunu karşısında takındıkları bu tavır anlaşılır bir şey. Ulus-devlet perspektifiyle, kimlik meselelerini çözebilme şansları neredeyse hiç yok. Bu kadarcık esniyor oluşları bile, sürecin ne kadar ağırlaştığının bir kanıtı olsa gerek.

Daha önce de bahsettiğim, Mehmet Rifat çevirisiyle YKY’den çıkan “Eleştiri ve İnanç” adlı kitapta Paul Ricœur, kimlik meselesine komünotarizm ile evrenselcilik arasındaki tartışmalardan bakıyor. Özellikle ABD’de bu tartışmaların çok somut temellere dayandığını söylüyor: “ABD’de çokkültürlülük iki olguya dayanır: Dernek yaşamının sürekli oluşturucu gücü ile yerel erklerin federal erke göre öncelik hakkı.” Fransa’da ise, güçlü bir evrenselcilik hâkim. Fransa’da yaşanan devrimci kopuş, tüm ara kurumları ortadan kaldırarak birey ile devleti karşı karşıya getirmiştir. ABD ise, “her biri kendi gelenekleri ve kültürleriyle donanmış ve art arda gelen göçmen topluluklarından oluşmuştur.” Türkiye, devlet olarak modelini Fransa’dan aldığı için, tıpkı Fransa’da olduğu gibi birey ile devlet arasındaki bütün ara kurumları ortadan kaldırmaya çalışmış, ama toplumsal yapı buna müsait olmadığı ve ideolojik yapıdaki yetersizlikleri otoriter makyajlarla gizleme hastalığı, ulus-devlet modelinin ihtiyaçlara karşılık vermesini engellemiştir. Çünkü bizdeki dini ve etnik yapı, Fransa’yla benzerlik taşımıyor. “Uygarlıklar Beşiği Anadolu” derken bile, çokkültürlülüğün bu topraklarda esas olduğunun altını çizmiş olmuyor muyuz? Mübadeleler, tehcirler, katliamlar da, ulus-devlet modelini kötü bir kopyaya dönüştürdü ister istemez. Baksanıza, Maraş katliamını anmak için toplananların önü, bozkurt işareti yapanlarca kesilebiliyor. Mağdurların kendi ölülerine bile sahip çıkmasına izin verilmiyor. ABD’de bilmem kaçıncı defa Ermeni Yasa Tasarısı senato gündemine alınıyor. DTK, özerklik istediğini açıklayan bir bildiri yayımlıyor.

Aslında bu meselenin bu hale gelmesinin önü, çok önceden kesilebilirdi. Ricœur, kitapta “tanınma” ve “kimlik” arasındaki farktan bahsederek bir ipucu veriyor: “Tanınma kavramı bana çokkültürlülük tartışmasının genellikle çevresinde dönüp dolaştığı kimlik kavramından çok daha önemli görünüyor. Kimlik kavramında yalnızca aynılık fikri vardır; tanınma ise, işin içine doğrudan doğruya başkalığı (ötekiliği) katan, aynı ile başkası arasında bir diyalektik sağlayan kavramdır. Kimliğin hak olarak istenmesinin başkası açısından her zaman için şiddetli bir yanı olmuştur. Buna karşılık, tanınmanın arayışı karşılıklılığı içerir.”

Aslında Ricœur, başka meselelerde de sergilediği uzlaştırma alışkanlığını bu meselede de ortaya koymuş oluyor. Çünkü “birey”i temel alan evrenselciliğin, tamamen göz ardı edilemeyecek kazanımlara sahip olduğunu öngörüyor. Komünotarizm ile evrenselcilik arasında diyalektik bir ilişkinin kurulmasının, daha faydalı sonuçlar yaratacağını iddia ediyor. Meselenin çözümü, Türk ya da Kürt olmayı ya da dini aidiyetleri “birey” olmanın önüne geçirecek iç kimlikleri güçlendirmek değil. Meselenin çözümü, var olan tüm kimlikleri tekleştirecek, birbirine katıp eritecek politikalar da değil. Bizi bu yakıcı meselenin iki kutuplu halinden kurtaracak olan yeni bir bakış açısına acilen ihtiyacımız var. Yoksa, Cavit Abi’nin dediği gibi “balıklar azaldıkça havalar daha da bozacak...”

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 22 Aralık 2010)

0 yorum: