CENNET AĞZI

Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta in
0

Yağmurlu havalar yüzünden olsa gerek, sürekli uykum geliyor. Otobüste ya da iş yerinde kafamı koyacağım bir yer bulur bulmaz güzel rüyalar görme umuduyla gözlerimi kapatıyorum. Bu sabah da öyle oldu. Belediye otobüsüyle üniversitede ders vermeye giderken Norman Manea’nın Nesrin Demiryontan çevirisiyle Metis Yayınları’ndan çıkan “Holigan’ın Dönüşü” adlı romanını okuyordum. Cennet ve cehennemden bahsediyordu bir yerde ve pencereye çarpan yağmur damlalarının sesiyle uyuya kalmışım. Ama emin değilim, çünkü rüyamda da aynı otobüste kitap okurken uyuya kalıyordum. “Inception” filmindekine benzer, rüya içinde rüya görüyordum anlayacağınız. Bu yazıyı yazarken de, uyanık olup olmadığım konusunda emin değilim. Belki de Sufilerin dediği gibi “hayat bir rüya hali”den başka bir şey değildir.

Otobüste gözümü açtığım zaman, ne Beşiktaş her zamanki Beşiktaş’tı, ne de Etiler her zamanki Etiler... Araç trafiği yoktu ya da gökyüzünü kaplamış olan yağmur bulutları... Pırıl pırıl bir bahar sabahıydı ortalık. Ama otobüs her zamanki güzergahını izlemiyordu. Kendimizi bir anda Galatasaray Lisesi’nin önünde bulmuştuk. Lisenin önündeki kalabalığı görür görmez tanımıştım Cumartesi Anneleri’ni... Annelerin otobüse binmesini bekledik. Epey kalabalık olmuştu otobüs. Annelerden birisine yerimi verip ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Daha önce gördüğüm gibi gözü yaşlı değildi hiçbirisi. Aksine yüzleri gülüyordu. Annelerden birisine neler oluyor diye sordum. “Gidiyoruz” dedi, “çocuklarımız bizi bekliyor.” “Neredelermiş” diye şaşkınlık içinde sordum. Soruma yanıt vermedi kimse. Ama otobüs şoförü nereye gittiğinden oldukça emindi. Rüyalarda mesafeler, gerçek yaşamdakinden farklı olduğu için olsa gerek, otobüs kısa sürede Özbekistan’a varmıştı. Etgar Keret, “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” adlı öykü kitabında Özbekistan’da bulunan “Cehennem Ağzı” diye bir yerden bahsediyordu. Halbuki orada “Cennet Ağzı” diye bir yer de varmış. “Cennet Ağzı” denilen, bir dağın içindeki oyuktan yirmi dört saatliğine ölüler dünyayı ziyarete geliyormuş. Analar, gözaltında kaybettikleri çocuklarıyla “Cennet Ağzı”nın bulunduğu yerdeki kasabada hasret gideriyorlarmış. Karşılama mekânına, adım listede olmadığı için almamışlardı. Ben de “Cennet Ağzı Kasabası”ndaki kahvehanelerden birisine oturarak otobüsün dönüş saatini beklemeye başladım. Yaşadığım şeyin, rüyadan başka bir yerde gerçekleşemeyeceğini bildiğim için, bu rüyanın tadını çıkarmak istiyordum. Ama bulunduğum kahvehaneye, elinde tahta bavulu olan bir genç girdi. Sanki vücudunu beyaz bir ışık sarıp sarmaladığı için, onun diğerlerinden farklı olduğunu anlamıştım. Genç adam, masalardan birisine oturarak içecek bir şey söyledi. Karşı taraftan birisini görmenin heyecanıyla yanına gidip masasına oturup oturamayacağımı sordum ben de. Buyur etti delikanlı. “Ziyaretçilerden misin?” diye sordum. “Evet” dedi. “Neden karşılama mekânında değilsin?” diye sordum bu defa. “Benim annem yok” dedi, “hiç tanıyamadım kendisini. Ölmüş olsaydı, onu bulurdum mutlaka. Belki beni bulur diye ziyaret saatlerinde çıkıyorum dışarıya.” Başka kimsesi olup olmadığını soramadım. Yok demesinden çekindim. “Bunun bir rüya olduğunu biliyorsun değil mi” dedi. “Evet, sanırım” dedim. Nedense “Böyle biliyor olman güzel” gibi şeyler söyledi. “Sana bir şey söyleyeyim” dedi. Heyecanla “buyur” dedim. “Bizlerin ölüm nedenlerini araştıran bağımsız bir komisyon kurulmalı. Biz genç yaşta öldüğümüz için üzülmüyoruz hiç. Elbette sevdiklerimizden ayrı düştüğümüz için acı çekiyoruz. Ama o acı, uğruna öldüğümüz güzel günlerin düşüyle hafifliyor. Ama neden ve nasıl öldüğümüz ortaya çıkarılamadığı için derin bir huzursuzluk yaşıyoruz.” “Cumartesi Anneleri, 25 Aralık’ta 300. defa Galatasaray Lisesi’nin önünde toplandılar” dedim. Gözleri çakmak çakmak yumruğunu masaya indirdi: “Sadece anaların üzerine yıkılamaz bu görev!” diye haykırdı. Ona her ne kadar “Cumartesi İnsanları”ndan da bahsetsem, haklıydı aslında. Sorumlular bulunana kadar her gün Cumartesi olmalıydı. Cumartesi Anneleri, üzerlerine düşeni fazlasıyla yapıyordu ama ya diğer insanlar? Onlar ne yapıyordu? Gözaltında kaybedilen Kenan Bilgin için, zamanın devlet bakanı, “Ben de haber alamadım, bence Kenan Bilgin’i konuşturamadılar, işkence yaptılar, bir kenara da attılar” dememiş miydi? Her şey bu kadar ortadayken, Cumartesi Anneleri 300’üncü defa toplanıp bekleyişlerini sürdürüyordu.

İçimdeki acıyla rüyam dağılıp yeniden itiş kakışın yaşandığı, trafikte zar zor yol alan önceki otobüste buldum kendimi. O pırıl pırıl bahar sabahı gitmiş, yağmur yüklü kara bulutlar kaplamıştı gökyüzünü. Balıkçı dostum Cavit Abi’nin “her şey birbiriyle alakalı” sözünü anımsadım o an. “Eskisi kadar balık yok. Havalar da şaşırdı iyice. Ama balıkların yokluğu ile havaların bozulması birbiriyle alakalı şeyler. Balıklar azaldıkça havalar daha bozacak. Her şey birbiriyle alakalı anlayacağın. İnsanların çoğu, bunun farkında değil. Aslında farkında olamıyorlar. Bu alakayı görmelerini istemiyor tepedekiler” demişti. Biz ne zaman Cumartesi Anneleri’yle alakalı olan şeyleri görebilirsek, o zaman baharları bahar gibi, kışları da kış gibi yaşıyor olacağız. O zaman, üzerimize çöken laneti bozacağız. Gördüğümüz rüyalar bile değişecek... Belki de her sokağın başında bir “Cennet Ağzı” belirecek...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 29 Aralık 2010)

0 yorum: