DÜŞSÜZ BİR GELECEK

Posted: 27 Ocak 2011 Perşembe by bülent usta in
0


İnsanlar kendi hayallerini yaratmazsa, birileri onlar için hayaller tasarlar mutlaka. Reklamcılar, televizyoncular, politikacılar, din adamları sürekli belirli kalıpta hayalleri televizyonlardan, kürsülerden, okullardan empoze ederek toplumun bilinçaltını şekillendirdi hep.

Hani “Inception” diye bir film oynamıştı sinemalarda. Türkiye’de “Başlangıç” diye gösterilmişti. Filmde insanların rüyalarından fikir çalan, belirli fikirleri insanlara empoze eden bir çeteden bahsediliyordu. Kurbanları için özel olarak rüya tasarlayan bir çete... Günümüzde bu çetelerin daha bir organize, daha bir kurumsal, daha bir karmaşık hale geldiğini söylemek mümkün. Bütün mesele, insanların arzularını kimin tahakküm altına alacağı. Çünkü Freud’un da belirttiği gibi, arzular yok edilemez, ama arzular yönlendirilip yer değiştirilebilir.

Yoksulların neden sağ partilere yöneldiği tartışılıyor bir süredir. Kabahat de sola mal ediliyor. Halkın sesine kulak vermediği, onların özlemlerini yansıtamadığı filan söyleniyor büyük bir pişkinlikle. Bir solcu, bir solcuya rahatlıkla bu tür şeyler söyleyebilir, ama bir sağcının solculara akıl vermeye çalışması, akıl alır bir şey değil. Sanki onca darbe, yargısız infaz, dünya tarihinde az rastlanacak büyüklükte kitap yakımına kadar varacak olan fikir düşmanlığı yaşanmadı bu ülkede. Profesörler dipçiklerle dövülerek öldürülmedi. Sanki sol ve sağ eşit koşullara sahipti de, solcular mankafalılıklarından fırsatları değerlendiremedi. Elbette bu eşitsizliği bahane ederek hataların üzerini örtmek ya da aklamak derdinde değilim. Ama böylesine pervasız ve art niyetli değersizleştirme çabalarına da tahammül etmek zor.

Aslında bütün mesele, rüya çetelerinin yoksulların rüyalarını çalıp yerlerine başka rüyalar koymasıyla alakalı. Üstelik ellerinde sadece gelenek ve göreneklerin o yüzyıllara dayanan köklü araçları dışında, televizyon gibi başka rüya gördürücüler de var. Kitap okumayan, sinemaya ya da tiyatroya gidemeyen, hayalgücü sadece televizyon ve iktidarların şekillendirdiği kültürel ortamdan beslenen bir kitlenin, fikir edinmek gibi meşakatli bir yolu seçmek yerine, doğar doğmaz kendisine empoze edilen fikirlerle ve o fikirler üzerine inşa edilen hayallerle sağa yönelmesi, kimseyi şaşırtmamalı. Tüm bu olumsuzluklara, ezberci bir eğitim sistemini, daha doğrusu tamamen ticarileştirilmiş, devasa bir sınav sektörüne mahkûm edilmiş bir eğitim sistemini de eklerseniz, varın gerisini siz düşünün...

Asıl, tüm bu olumsuzluklara rağmen eğer sol güçlü olsaydı, o zaman şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşmış olurduk. Ve öyle bir sola da mutlaka kuşkuyla bakmak gerekirdi.

Beyaz Türklerin Makûs Kaderi

Bugünlerde gazetelerde sürekli olarak Beyaz Türklük hakkında bir şeyler okur olduk. Bir zamanlar aşağılamak için kullanılan bu ifade, önce Serdat Turgut’un, sonradan da Ertuğrul Özkök’ün sahip çıkmasıyla iyice popülerleşti. Olur olmadık yerlerde, özellikle bazı köşe yazılarında “Ben Beyaz Türk’üm ve bundan utanmıyorum” gibi şeylere rastlıyorum. Belki ironi yapıyor yazan kişi, belki şakacı bir tonlamayla itirafta bulunuyor. Ama bir insanın kendisine “Beyaz Türk”üm diyebilmesini anlamak güç. Üstelik, AKP iktidarıyla birlikte Beyaz Türklüğün tanımı da değişmişken. Hadi dedi diyelim, Beyaz Türklükle nasıl övünülebilir? Belki de “Beyaz Türklük”ten anladığımız şey farklıdır. Laikliği savunanlara da Beyaz Türk diyebiliyorlar örneğin. Batılı değerlere sahip çıkan herkese topyekûn yapıştırılan bir etiketmiş gibi kullanılabiliyor. Ama birisinin Beyaz Türk olması için, belirli okullardan mezun olması gerek. Savunduğu ideolojinin de bir önemi yok. Muhafazakâr da olabilir, solcu da. Hatta sosyalist bir partinin başkanı dahi olabilir. Ama ne olursa olsun, hiçbir zaman sırtı yere gelmeyecek birisidir Beyaz Türk. 12 Eylül’de arkadaşları işkenceden geçirilse de, o rahatlıkla yurt dışına gidip eğitimini tamamlayabilir, sonra da bir işadamı olarak dönebilir Türkiye’ye. Başkaları Kürt meselesi hakkında yazdığında onlarca yıl ceza alırken, bir Beyaz Türk’e dokunulmaz kolay kolay. Ekmeğin fiyatını bilmek zorunda değildir mesela. Örneğin laikliği savunan Kemal Kılıçdaroğlu Beyaz Türk değildir. Ama onun karşısında yer alan Mehmet Barlas, “Beyaz Türk”tür. Hasan Cemal gibi daha pek çok isim sayılabilir Beyaz Türkler arasında... Yani doğuştan ayrıcalıkları olan bir kesime denir “Beyaz Türkler”. Ve bunun övünülecek bir yanı yok.

Aslında bu durum, eski “Beyaz Türkler”in güçlerini kaybetmeleriyle, bugüne kadar savundukları fikirlerin geçersiz olduğunun ortaya çıkmasının yarattığı telaşla açıklanabilir. “Beyaz Türklük” savunusu yapan aynı köşe yazarı, defalarca 12 Eylül’ü öven yazılar da kaleme almıştı.

12 Eylül darbesinin bana en acı gelen yanı, kafası zehir gibi çalışan gençleri ya öldürüp ya da akla hayale gelmeyecek işkencelerle etkisizleştirerek, değersiz kişilerin önünü açması oldu. Ve bu kişilerin sahip olduğu erk, başka fikirsiz ve değersizlerin de erklenmesine ve halkın rüyalarını çalan çetelerin boy göstermesiyle sonuçlandı. Şair bir dostumun sık sık dile getirdiği gibi “vasatların dayanışması, en güçlü ve acımasız dayanışmanıdır.” Vasatlık, fikirsizlik, 12 Eylül darbesiyle birlikte hızla edebiyattan siyasete, akademilerden sokağa yayıldıkça, düşünmeye korkan, düşünmekten korkutulan insanlar da, doğuştan sahip oldukları fikirlere sarılarak muhafazakârlaştıkça muhafazakârlaştı. İşin ilginç tarafı da, bu muhafazakârlaşmanın en büyük destekçisinin, sırf militarist hegemonyayı yerinden edecek diye liberallerin olması. Ama militarizm, sadece askerden ibaret bir şey değil ki... Siperde poz veren politikacıların militarizme karşı olduğunu söyleyebilir miyiz mesela?

Rüya hırsızlarına karşı, sanatçıların, en azından kendisini halka yakın hisseden, John Fowles’un söylediği gibi “sanatçı olmak için önce solcu olmak gerek”tiğine inananların, birer rüya tasarımcısı olarak yeni taktikler geliştirmesi şart. Yoksa fabrikasyon ürünü paket hayaller piyasasındaki rekabet, insanları düşsüz bir geleceğe hapsedecek.

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 3 Kasım 2010)

0 yorum: