HAYDARPAŞA GARI YANARKEN

Posted: 28 Ocak 2011 Cuma by bülent usta in
0

Her sabah işe giderken yaptığım gibi, Haydarpaşa Garı’nın önünden geçtim bugün de. Yanmış, çökmüş çatısını, o kapkara yangın izlerini görünce içim cız etti. Haydarpaşa Garı’na bakmaya utandım. Haydarpaşa Garı olmasa, İstanbul nasıl bir yer olurdu hiç düşündünüz mü? Haydarpaşa Garı’nın yer aldığı filmlere, şiirlere, öykülere, romanlara, ne olurdu? Behçet Aysan’ın “Ay Düşünce” şiiri ne olurdu mesela: “ay düşünce denize / seni hatırlarım / ince ince yağan yağmur, / iskeleye yanaşan vapur / haydarpaşa garı / seni hatırlarım”

Bir gün, uyanıp Haydarpaşa Garı’nı, Galata Kulesi’ni, Ayasofya’yı, Kız Kulesi’ni yerinde bulamamaktan korkuyorum açıkçası. İstanbul’un eski semtlerindeki tarihi binalar nasıl bir bir yakılıp lüks binalar yapılıyorsa, simgeleşmiş bu mimari yapıların da sonu pek hayırlı gelmiyor bana. Belki bile isteye değil, ihmalkârlıkla yapacaklar bunu. Ciddiyetsizlikle, pişkinlikle, umursamazlıkla... Haydarpaşa Garı’nın başına gelenlerden sonra, her şeyi beklemek mümkün. Acaba her tür doğa felaketine, kundaklamaya, kazaya karşı bu yapıları koruyacak projeleri var mı yetkili makamların? Yoksa göstermelik planlarla mı yetiniyorlar? Her yağmur ya da kar yağdığında, ölümlerin olduğu bir metropolde yaşıyorsanız, planlı ve güvenli bir şehirde yaşamadığınız kesin. Peki kimin umurunda bu durum? Yepisyeni boğaz köprüleri, şekilsiz çirkin gökdelenler inşa etmekle meşgul yetkililer. Böyle Her tür rant için planlarının mevcut olduğu kesin. Haydarpaşa Garı’nın yanmasının sorumlusu, onu yakanlar mı sadece? Sıradan bir olay olarak unutulup gidecek mi bu yangın da? Yanan sadece Haydarpaşa Garı değil çünkü. Üstelik, ne kadar da bakımsız Haydarpaşa. Kendi haline bırakılmış bir ülkenin simgesi gibi. Bakmaya utanarak geçtim Haydarpaşa Garı’nın önünden. Sadece utanarak da değil, acı da çekerek, ucundan tutuşturulmuş, yağmalanmış bu yaşlı şehirle birlikte...

BİR KAHRAMAN OLARAK ASSANGE
ABD’li bir yetkili Wikileaks sitesinin kurucusu Jullian Assange’yi terörist ilan etmiş. Assange, dünyadaki en büyük terör faaliyetlerini organize etmesiyle anılan bir devletin sırlarını deşifre ettiği için, olsa olsa bir kahramandır muhtemelen. Özellikle, bu belgeleri sızdırdığı iddia edilen ABD’li asker Bradley Manning’i, ileride dünyanın saygıyla anacağı kesin. Wikileaks’in yayınladığı belgelerde dişe dokunur hiçbir bilgi olmasa bile, bu olayın önemi, gözetleyenin gözetlenmesini sağladığı için, inanılmaz derecede mühim bir olay. Mesela, her yere mobese kameraları koyuyor ya devlet. Peki ya tüm devlet dairelerine bu kameralardan konulsa ve halk rahatça kendisini yönetenleri gözleyebilse, neler olurdu acaba? Rüşvetin, cinsel tacizin, adam kayırmaların, kirli pazarlıkların önüne geçilmez miydi? Sadece bir gün, kapalı kapıların ardında olup biteni izleme şansımız olsaydı, neler olurdu acaba?

Bradley Manning , uzun zamandır bir askeri üste hücreye kapatılmış olarak yaşıyormuş. Gregor Jordan’ın “Unthinkable” adlı filminde gösterdiği gibi belki de işkenceli sorgulardan geçiyorlardır onu. “Unthinkable”ı, işkence sahneleri yüzünden sonuna kadar izleyememiştim. Müslüman bir militana akıl almaz işkenceler yapıyorlardı askeri bir üste. Film, işkencenin meşruluğunu sorguluyordu bir bakıma. Filmdeki militan, kalabalık mekânlara bombalar yerleştirmişti. O bombaların yerini öğrenmek için fazla vakitleri olmadığı için militana işkence yapmaktan başka bir şansları yokmuş gibi bir kanıya kapılmıştı askeri yetkililer. Binlerce kişinin hayatı mı önemliydi, yoksa bir insanın çekeceği acılar mı? Bu basit mantıktan yola çıkılırsa, işkence meşruymuş gibi gözükebilir birileri için. Ama ya öyle bir bomba yoksa? O militan sadece blöf yapıyorsa? Ya da tüm bunları bir köşeye bırakırsak, o bombaların yerini biliyor olsa bile, işkenceyi yine de meşru olarak göstermek mümkün müdür? Bu soruya verilecek yanıt, işkence gibi insanlığın en büyük ayıbının da kaderini belirleyecek bir mevzu aslında. Meselenin diğer bir boyutu da, ABD’nin öldürdüğü sivillerin hesabını sormak ve başkalarının ölümünü engellemek için militanın o bombaları yerleştirmiş olması. O da yaptığı şeyi, aynı mantıkla meşrulaştırıyordu: Birkaç bin ABD’linin hayatı mı, yoksa milyonlarca müslümanın çekeceği acılar mı daha önemli? Bana iki soru da benzer geliyor. İnsanlığın bu iki soruya vereceği yanıta göre, siyasi geleceğimizin şiddetle ilişkisi belirlenecek bir bakıma.

Mağduriyet ve Çokkültürlülük

Çok önemli kitapların arada kaynamasına daha çok rastlar olduk nedense. Neredeyse her gazete kitap eki veriyor olsa da, kitap eklerinin yeterince özen gösterilmeden hazırlanması mı, yoksa hızlanan bu çağda, bir kitabın raftaki ömrünün azalması mı buna neden oluyor bilmiyorum. Mesela Metis Yayınları’ndan çıkan Donna J. Haraway’in “Başka Yer” adlı seçkisi, çıkalı aylar olsa da, hakkında yazılmış doğru düzgün bir yazıya rastlayamadım. Halbuki feminist teori içinde büyük tartışmalara neden olmuş “Siborg Manifestosu”nun yazarını, Türkçede başka türlü ağırlayabilmeliydik.

Yine bugünlerde çok ama çok önemli bir kitap yayımlandı. Mehmet Rifat’ın özenli çevirisiyle YKY’nin “cogito” dizisinden çıkan F. Azouvi ve M. De Launay’ın Paul Ricœur’le gerçekleştirdikleri söyleşilerden oluşan “Eleştiri ve İnanç”. Paul Ricœur’ün daha önce “Zaman ve Anlatı” yapıtını yine Mehmet Rifat çevirisiyle okuma fırsatı bulmuştuk. Bu kitap, hem Ricœur gibi çok önemli bir düşünürü ve yapıtlarını daha iyi anlamamız için bir fırsat sunuyor, hem de günümüzde çokça tartışılan meselelere yeni başlıklar açıyor. Açtığı başlıklardan birisi de, neredeyse dilimize pelesenk olmuş “çokkültürlülük” meselesi. Ve bu çokkültürlülük meselesinin mağduriyetle olan ilişkisi. Ricœur’den yola çıkarak bu meseleyi etraflıca tartışma niyetindeyim. Mesela Kürt meselesini, neden hâlâ 12 Eylül’de korkunç işkencelerin yaşandığı Diyarbakır Cezaevi üzerinden tartışıyoruz? Orada yaşanan mağduriyet ile bugün talep edilen haklar arasında kurulan ilişki, gerçekten sağlıklı bir ilişki mi? Çokkültürlülüğün ABD’de yaşanan seyrine bakan Ricœur’le tartışacak çok meselemiz var bence. Haydarpaşa Garı yanarken, yanan sadece Haydarpaşa Garı değil çünkü...

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 1 Aralık 2010)

0 yorum: