KULAÇ

Posted: 20 Ağustos 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Koylardan birinde güneşlenip yeterince ısındıktan sonra denize giren bir tatil yaratığına dönüştüğümden beri, beynimin çalışırken kullanmadığım kısımlarının epeyce zayıflamış olduğunu fark ettim. Çalışmak beynin hazla ilgili kısımlarını kullanıp geliştirmeyi engelliyor çünkü. Yetişkinlerin boş kalınca ne yapacaklarını bilemiyor oluşları, onların suçu da değil. İnsanları, kendilerine ayırmaları gereken süreden mahrum bırakan kapitalizm, tatili bir ihtiyaca dönüştürerek, her bütçeye uygun tatil paketleri sayesinde insanları çalışırken de, dinlenirken de sömürüye ara vermemiş oluyor. Sömürülmemek için çalışmayacak ya da tatile gitmeyecek değiliz elbette. Ama işçi sınıfı aleyhine çalışan bir hükümete sahip oluşumuz, çalışma koşulları ve sürelerinin iyileştirilmesi için aşılacak engelleri de çoğaltıyor ister istemez. Daha çalışma koşullarını düzeltememişken, tatil koşullarını ve sürelerini düzeltmek şimdilik bir hayal olsa gerek.

Aslında bu yaz tatile çıkmak da bir hayaldi benim için. Ama oldu. Kendime deniz kenarında küçük bir kulübe bile buldum. Zeytin ağaçları içinde cırcır böceklerinin bıkmaksızın tekrarladıkları namelerle kuşatılmış bir kulübe… Kumsalda, diğer tatil yaratıklarıyla birlikte güneşlenip, denizde yüzmenin keyfini yaşıyorum. Geceleri de kulübemin önündeki masaya oturup kitap okuyorum. Okuduğum şeyler beni yormayacak eften püften şeyler genellikle. Hayatımdaki her şeye ara vermek istiyorum. Arada gazetelere bakıp, kabuk değişim merasimini tamamlayan iktidarın büyümesini manşet manşet izlemekten kendimi alamıyorum yine de. Gücün bir yerde bu denli yoğun bir biçimde toplanıyor olması, huzursuz edici. Güneş ışığını bir noktaya toplayan mercek gibi. Bir de şu taktik siyasetin sıkıcılığı var. Hiçbir şeyin doğrudan söylenmemesi, her şeyin alıştıra alıştıra halledilmesi, siyasetin ürün pazarlama stratejisi gibi sunulması, kapalı kapıların ardında süren pazarlıklarla yürüyen bir sistemin sivil bir hareketmiş gibi gösterilmesi, ordunun polise görev teslimi gibi olması her şeyin… Açılım denilen şey, dağ komandosunun yerini özel harekâtın almasıymış meğerse…

Geceleyin dalgaların sesini dinlerken, eften püften okumalara ara verip ciddi bir kitap okumak istedim. Tatil yaratığı olarak yeterince güneşten ve denizden gıdamı almıştım. Ben de çok merak ettiğim İskoçlu bir yazar olan Ali Smith’in Dost Körpe çevirisiyle Everest Yayınları’ndan çıkan “Gibi” adlı romanını elime aldım. Ali Smith’in sözcükleri kullanma hüneri ve yarattığı karakterler öylesine cezp edici ki, kısa bir süre sonra, ünlü bir akademisyenken okumayı bile unutan esrarengiz Amy karakteri ve onun bir büyüye benzeyen sekiz yaşındaki kızı Kate ve Amy’nin lezbiyen aşkı Ash, kulübemin önündeki masada oturup gökyüzündeki yıldızları seyrederek bana hikâyelerini anlatmaya başladılar. Tam burada, masamı saran sandalyelere oturmuş, birbirilerine bakmaksızın konuşup duruyorlardı. Elbette benim ve diğerlerinin farkındaydılar ama görmüyorlardı birbirlerini ve beni. Sanırım bunu dünyada yaşayan herkes için söyleyebiliriz. Birbirimizi görmemiz, sanki bir cadının lanetiyle engellenmiş. O lanet ortadan kalkmadığı sürece, tüm aşklar eksik, tüm çocukluk anıları hüzünlü, tüm insanlık şaşkın ve çaresiz kalacak. Cadının lanetini bozacak şey de, sanattan başka bir şey değil.

Anne ve kız arasındaki ilişkiden lezbiyen aşka kadar, merkezinde sadece kadın olan, erkek olarak sadece kadın karakterlerin babalarına izin verilen bu roman sayesinde, onlar beni göremese de, ben onları burnumun dibindeymişim görebiliyorum. İskoçya’da bir trende karşılaşsam, belki de hiç dikkatimi çekmeyecek bu iki kadın ve küçük kız, şimdi benimle insanın karmaşık doğasını tartışabiliyor rahatlıkla. Örneğin Ash, romanın bir yerinde, Amy ile edebiyatla ilgili bir tartışmaya girerek, Virginia Woolf’un romanlarını sıkıcı, inandırıcılıktan uzak ve temasız bulduğunu söylüyor. “Bütün o ruhun ölümü, kadın onu seviyordu, kadın ondan nefret ediyordu, hayatın anlamı nedir filan gibi laflar, çoğu insanın yaşadıklarıyla alakası yok bunların; çoğu insan için gerçeklik, yaşadıkları sıkıcı ya da korkunç günü atlatmak ve günün sonunda evlerine yiyecek götürecek kadar para kazanmaktır, durup hayatın anlamını merak etmeye vakitleri yoktur.” Ash’in bu sözlerine Amy “sanatta ve estetikte sıradan gerçeklikle ilgisiz kurallar vardır” gibi bir lafla karşılık veriyor sadece.

Ash’in bu sözlerine benzer çok söz işittim bugüne kadar. Roman ya da şiir okumaktan hoşlanmayanlar, ya da değişen sanat karşısında ezbere gerçekçilerin günümüzde yapılan sanatı aşağılamak için kullandığı bu sözlerin bir doğruluk payı var elbette. Gerçekten de insanların çoğu için Virginia Woolf’un yazdıklarının bir anlamı yok. Çünkü durup anlamaya vakitleri yok. Tatiller ise, çoğunlukla hiçbir şey yapmamak, eğlenerek ve dinlenerek geçirilen bir zaman dilimi olarak algılanıyor. Çünkü kapitalizm, insanların hayatın anlamını sorgulamasını değil, hayatın anlamını tüketmesini istiyor. “Hayatın Anlamı” gibi kişisel gelişim kitaplarıyla, kendisini kapak yapan yazarların suya sabuna dokunmayan yapıtlarıyla, hayatın anlamını da bir tüketim nesnesine dönüştürebiliyor.

Evet, Ash haklı. İnsanlar “yaşadıkları sıkıcı ya da korkunç günü atlatmak ve günün sonunda evlerine yiyecek götürecek kadar para kazanmakla” öylesine meşguller ki, onları bu kısırdöngüye mahkûm eden sistemi sorgulayacak kudreti kendilerinde şimdilik bulamıyorlar. Ama onların böyle olması, sanatın kendi gerçekliğini değiştirmiyor yine de. Yani Amy de sözlerinde haklı, “sıradan gerçeklik” ile sanat arasında ilgisiz kurallardan bahsederken. Ama şöyle bir düşünürsek, sokak ortasında eşi tarafından öldürülen bir kadın ile Virginia Woolf arasında bir bağın olduğunu görmek hiç de zor değil aslında. Birilerinin o bağı göremeyişi, o bağın varlığını yok etmiyor.

Güneş doğarken kumsala indiğim zaman, ortalıkta kimsecikler yoktu. Kendimi denizin dalgalarına bırakınca, denizin serinliği ve genişliği karşısında ürpermekten kendimi alamadım. Hayatın anlamını sorgulamak, işte bu ürpertiye benziyordu biraz. Koskoca evrenin karşısında tek başına olduğunu bilerek, seni yutmaya hazır dalgaların içinde kulaç atıp yüzmek…

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 10 Ağustos 2011)

0 yorum: