PAUSE ÇIKMAZI

Posted: 20 Ağustos 2011 Cumartesi by bülent usta in
0

Gazete yazarlığının en güzel tarafı serbestlik. Ama bu serbestlik sadece mekânla ilgili. Mesela şu an tatilde, deniz kenarındaki bir çay bahçesine oturup yazabilsem de, mekânı değiştirdiğim rahatlıkta zamanı değiştirmem mümkün değil. Şu an aklım yazdığım romanla ve aşk gibi insan ilişkilerinin en karmaşık yanlarını ele alan konularla dolu olsa da, ülke gündeminde olup bitenler, ister istemez dikkatimi gazete manşetlerine ve o manşetlerin ardındaki soru işaretlerine çeviriyor. Gördüğüm şey de, tüm bu olup bitenleri yorumlayacak farklı bakışaçılarına uzak olduğumuz. Mesela şike operasyonuyla komutanların istifa etmeleri, Abdullah Öcalan’ın geri çekiliyorum dediği bir zamanda Kemal Burkay’ın Türkiye’ye dönmesi arasında bir bağ olabilir mi? Yorumların büyük bir kısmı, yüzeysel ve taktiksel çıkarımlardan ibaret kalıyor genellikle. Sonbahara girerken her şeyin hızlı bir biçimde değişerek yeni durumlarla karşı karşıya kalacağımız, bu son yaşananlarla birlikte iyice kendisini belli etti.


Bu yeni durumlar, sadece siyaseti değil, gündelik hayatı da dönüştürecek güçte olacak gibi gözüküyor. Gücü ele geçirenlerin, ele geçirdikleri gücün kıymetini gayet iyi biliyor olmaları ve bu gücü kullanmak konusunda en ufak bir tereddüt yaşamayacak olmaları, kendimizi içinde bulacağımız yeni durumların pek de hayra alamet olmadığını da gösteriyor bir yandan. Belki de bu yüzden, sonuca hızla ulaşmak için bize seyrettirilen filmi fena halde hızlandırmış durumdalar. Her şey o kadar hızlı yaşanıyor ki, pause tuşuna basıp neler oluyor diye düşünene kadar filmin sonu gelebilir. Aslında her şey, olması gerektiği gibi cereyan ediyor. Ve olup bitene bakarak daha nelerin sırada beklediğini görmek için belki müneccim olmaya gerek yok ama, Mars’a gitmiş bir antropolog gibi hissetmemize gerek var. Çünkü bu yeni durumu, ancak her şeye başka bir gözle bakarak anlamlandırabiliriz.

Aslında bu “Mars’ta Bir Antropolog” espirisini, bugünlerde çıkmış bir kitabın adından ödünç aldım. Oliver Sacks’ın Osman Yener çevirisiyle YKY’den çıkan kitabının adı “Mars’ta Bir Antropolog”. Sacks, bir nöro-antropolog olarak, kaza geçirdiği için ya da doğuştan gelen bazı özellikler yüzünden beyni farklı çalışan yedi kişinin yaşam öyküsünden yola çıkarak normal ile patoloji arasındaki ayrımı araştırıyor kitabında. Otistik bir dahi olan Temple, kendisini Mars’ta bir antropolog gibi hissettiğini söylüyor. Çünkü yaşadığı toplumdaki insanları incelemeden normalin ne olduğunu, o insanlara nasıl davranması gerektiğini bilemiyor. Ama Temple’ın otistik olmasından kaynaklı güçlü bir aygıtı var: Bellek. Yaptığı tüm gözlemleri, bir deneyim arşivi olarak belleğinde saklayabiliyor. Tek sorun, bireylerarası karmaşık ilişkilerin ona fazlasıyla anlaşılmaz gelmesi. Çünkü Temple, her otistik gibi hile, aldatma, kin gibi davranış ve duygulara yabancı. Kendisini korumak için bu yüzden başka bir mantık geliştiriyor. Mesela, tasarımını yaptığı işletmelerden birisinde belli aralıklarla bir makinenin sürekli olarak bozulduğunu öğreniyor. O makinenin bozulmasının mantıklı açıklamasını bulamıyor kimse. Temple, makinenin bozulduğu günlerle bozulmadığı günleri karşılaştırarak, çalışanlardan birisinin özellikle o makineyi bozduğunu tespit ediyor. Yaptığı tek şey, belleğinden faydalanıp basit bir biçimde akıl yürütmek.

Sanat ya da siyaset dünyamızdaki arızaların çözümü için Temple’dan yardım istesek, bize sağlam bir arıza listesi verip hepimizi şaşkına çevirebilir. Ve o listenin başına, “yarım kalmış bir projeyi sürdürmek, yeni bir projeye başlamaktan daha zordur” gibi bir özlü söz de ekleyebilir.En azından benim tahminim bu yönde.

Normal olanın hızla değiştiği, bize akıldışı gelen pek çok şeyle yaşamaya alıştırıldığımız bir zamanda, belleğe ve o belleği kullanacak çokboyutlu akıla duyduğumuz ihtiyaç da artmış durumda.

Hızlandırılmış bir filmi seyrederken, seyredilen şeye yabancılaşmaktan ve edilgenleşmekten kurtulmak mümkün değil. En azından filmin konusundan bahseden yorumlardan haberdar olup, filmi zihnimizde yavaşlatacak çareler arayabiliriz. Her filmin bir senaryosu olduğuna göre, bu senaryonun bize göstererek anlattığı şeylerden yola çıkarak göstermeden anlattığı şeyleri de bulabiliriz belki. İzlediğimiz bu filmin yapımcısına, yönetmenine ve oyuncularına bakarak, filmin bir 12 Eylül projesi olduğu tespitini yapanlara rastlamak mümkün olsa da, teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar faydalanarak görsel efektlerle zenginleştirilmiş bu 12 Eylül filmini, yeni bir filimmiş gibi izleyenler çoğunluktaymış gibi gözüküyor. Çünkü bizim Temple gibi belleğini kullanarak akıl yürüten insanımız pek fazla yok.

Geçen yazımda “ezberi gerçekliğimiz”den bahsetmiştim. Ezbere bir gerçeklik içinde, aslında yalan bir dünya içinde yaşadığımızdan… Emin olun, o çok kızdığınız politikacılar, köşe yazarları, sanatçılar, kendilerine ezberletilen bir gerçekliğin mahkûmu oldukları için, akla ve vicdana sığmayacak şeyleri benimsemek konusunda tereddüt yaşamıyorlar. Gücü devraldıkları kişiler gibi, onlar da kendi gerçekliklerini ezberletmek için çabalamakla yükümlü hissediyorlar kendilerini. Çünkü birer hayaletten başka bir şey değiller ve ancak o “ezbere gerçeklik” içinde varolabilirler. Aslında tüm mücadele de, bize ezberletilen gerçeklikle yaşadığımız gerçekliğin mücadelesi olarak karşımıza çıkıyor. Tüm kültürlerin ve uygarlıkların tarihine, bir de bu gözle bakmak gerek. İktidarların bize zorla ya da özendirerek taktığı o gözlükleri çıkartıp, hayata çıplak gözlerle bakmanın acı dolu deneyimini yaşamaksızın, yapılan sanatın da, siyasetin de, sadece birer ezber faaliyeti olarak kalacağı kesin.

Hava sıcak… Deniz kenarında oturmuş karamsar şeyler yazıyor olmaktan hoşnut değilim. Bir taraftan, olup bitene bakıp içimde ümitler de yeşertiyorum çünkü. Doğayla baş başa olmak, gerçekliğin ezberini bozan hayatın mucizelerini fısıldar durur insanın kulağına… Belki de o yüzden….

Bülent Usta (BirGün gazetesi, 3 Ağustos 2011)

0 yorum: