GECE BEKÇİSİ EZGİSİ

Posted: 11 Haziran 2012 Pazartesi by Jade in
0


Yağmurlu bir sokakta tek başına yürüyen herhangi birisi gibi ben de biraz masumlaşmıştım. Ama bu çağda en fazla biraz masumlaşılır zaten. Mandelstam’ın 20. yy’a seslendiği şiirindeki “Ama omurgan kırık senin / Zavallı, güzel yüzyılım!” dizeleri geçiyor zihnimden, Habertürk gazetesindeki haberi ve o haberin veriliş şeklini düşünürken...

Gazete, manşetten bir kadının arkasından bıçaklanmış çıplak bir fotoğrafını yayımlamıştı. Haberin bu şekilde verilişinin nedeni olarak da gazetenin genel yayın yönetmeni Fatih Altaylı, kadına yönelik şiddete dikkat çekmek için böyle yaptıklarını açıkladı. Ne kadar da masumane değil mi? Altaylı, kadına yönelik şiddetin önlenmesi için kendi kariyerini riske atmayı göze alacak kadar kadın haklarını önemseyen bir gazeteciymiş meğerse. Peki ya Altaylı’ya destek veren Hürriyet gazetesi yazarı Ayşe Arman’a ne demeli? Altaylı’ya destek vermek için aynen şöyle yazmış Ayşe Arman: “O fotoğrafı ben de gördüm. Evet sevimsiz...” Neden Altaylı’nın üzerine gidildiği kadar, Şefika’yı öldüren adamın üzerine gidilmediğini soruyor.

Ayşe Arman’ın ya da Fatih Altaylı’nın neler söylediğinin, bu rezaleti nasıl açıkladıklarının bir önemi yok. Her insanın beyninde ideolojik bir makine var. Sorun şu ki, beyninizdeki makine, vicdanınızdan bağımsız çalışır hale gelmişse, orada insanlıktan bahsedemeyiz artık. Eğer yaptığınız iş, gazetecilik gibi, insanların beyinlerindeki makinelerle ilgili bir işse, bu işin böylesine vicdan ve akıl yoksunu kişilerin elinde ne hale gelebileceğinin çarpıcı bir örneğini yaşadık. Şundan emin olun ki, Altaylı, doğru yaptığına dair en ufak bir kuşku duymuyor. Zaten köşe yazısında da beynindeki makineyi üreten ideolojiye uygun açıklamalar yaparak, neden o fotoğraf için özür dilemeyeceğini uzun uzun anlattı.

Mesela televizyonlarda sık sık polisten dayak yiyen göstericiler gösterilir, aynı ideolojik makinenin prensiplerine uygun olarak. Ne zaman ki, Hopa olaylarını ve Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto eden Dilşat Aktaş panzerin üzerine çıkıp polisleri azarladı, aynı gün evine dönerken saldırıya uğrayıp linç edilmeye çalışıldı. Dilşat’ın kadın olması, kadın bir gösterici olarak panzerin üzerine çıkıp kafa tutması, sindirilebilir bir şey değildi çünkü. Hemen bu hata telafi edilip Dilşat’ın kemiklerini kıracak, günlerce yoğun bakımda kalıp ameliyat geçirecek kadar ağır bir şiddet uygulandı. Dilşat’ın panzer üzerine çıkmış fotoğrafının yanına, yoğun bakımda çekilmiş fotoğrafı eklenmiş oldu böylelikle.  Habertük gazetesine manşet olan ve kocası tarafından öldürülen Şefika ile polis panzerine çıktığı için günlerce yoğun bakımda yatan Dilşat, aslında aynı ideolojik makinenin kurbanları. Ve o makine, kendisini başkalarının beynine klonladığı sürece, o makinenin kurbanları da artmaya devam edecek. Üzgünüm ki, Ayşe Arman, beynindeki ideolojik makinenin neden olduğu o “sevimsiz” fotoğrafları görmeye devam edecek...

Eskiden idamlar halka açık meydanlarda yapılırdı. İran gibi bazı ülkelerde halen aynı uygulama sürdürülüyor. Bu tür idamlarda kişiyi öldürmekten daha çok, öldürülen kişinin teşhiri önemlidir. Deniz Gezmiş gibi devrimcilerin slogan atarak ipi boğazlarına geçirişlerindeki irade, tam da o teşhirin kazandıracağı ideolojik zaferi bozmaya yöneliktir. Irak’ta ABD’li askerlerin yaptığı işkencelerin fotoğrafları, medyaya sızdırılmıştı hatırlarsanız. Ve Altaylı’nın beynindeki ideolojik makineye benzer makineye sahip gazeteciler o fotoğrafların üzerine atlamış, güya bir insanlık suçunu teşhir ettiklerini düşünerek işkenceye ortak olmuş, ABD işgaline direnenlere gözdağı verilmesini sağlamışlardı. Arkasına bıçak saplanarak öldürülen Şefika’nın çıplak fotoğrafını gazetede gören kadınlar, kendilerine şiddet uygulayan ya da şiddet uygulama potansiyeli taşıyan erkeklere karşı daha bir savunmasızlar artık. Altaylı diyor ya, kadına yönelik şiddet denilince, artık o fotoğraf hatırlanacak. Gerçekten de hatırlanacak... Şefika gibi ölüp gazetelere manşet olmak istemeyen kadınlar, hep hatırlayacak o fotoğrafı...

Yağmurlu bir sokakta tek başıma yürürken, bir sokak kahvesine sığınma ihtiyacı duydum. Kahvehanedeki masada Ayşe Arman’ın yazısının bulunduğu gazete sayfası açıktı. O gazete sayfasındaki Ayşe Arman’ın siyah gözlüklü fotoğrafına bakıp, şansını çoktan yitirmiş “sevimsiz” bir çağı ve o çağı nasıl geride bırakacağımızı düşündüm uzun uzun. Sel Yayınları, Işık Ergüden çevirisiyle Alain Badiou’nun “Yüzyıl” adlı kitabını yayımlamıştı. Mandelstam’ın “Yüzyıl” şiirinden yola çıkarak 20. yy’ın bir fotoğrafını çekiyor bize Badiou. Gerçekten de inanılmaz bir yüzyılı geride bıraktık ya da geride bırakmaya çalışıyoruz. Savaşlarla, devrimlerle, “yeni insan” ülküleriyle, soykırımlarla, aklın zaferleri ve yenilgileriyle, öylesine karmaşık ve birbirine zıt amaçların birarada bulunduğu bir yüzyıl... Badiou’nun şiire bu kadar önem vermesi ve şiirin yol göstericiliğiyle bu yüzyılı ifşa çabası, kitaba çok daha sahici ve güçlü bir bakış veriyor. Yüzyılımız, Malraux’nun dediği gibi “politikanın trajedi halini aldığı bir yüzyıl”dı ve bu yüzyılı en iyi anlatacak olan da Heidegger’in dediği gibi “dil içindeki unutulmuş bir açıklığın koruyucusu” olan şairlerden başkası değil.

Kitapta, Andre Breton’dan bir pasaja yer vermiş Badiou: “İster evrensel yararın emrinde, ister Montezuma’nın değerli taş bahçelerinde, olmaz olsun esaret! Bugün bile yalnızca kendimi kullanılabilir olmaktan, her şeyle karşılaşmak için duyduğum bu avarelik susuzluğundan başkasını beklemem; sanki aniden toplantıya çağrılacakmışız gibi, kullanılabilir olan başka varlıklarla beni esrarengiz bir iletişime soktuğuna eminim bunun. Yaşamımdan geriye bir gece bekçisi ezgisinden, beklentiyi boşa çıkaracak bir ezgiden başka bir şey kalmasın isterim. Gelenden, gelmeyenden bağımsız olarak, muhteşem olan beklentidir.”

Sanki aniden bir toplantıya çağrılacakmış gibi hazır ve tetikte yaşamamız, bu omurgası kırık yüzyıldan bize kalan yegâne şey...

Bülent Usta (Birgün gazetesi, 12 Ekim 2011)

0 yorum: