Dünyayı dinlemek

Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0

Zaman hızla geçiyor, en hızlı trenden, uçaktan daha hızlı. Ama aynı zamanda öyle bir şey ki zaman, geçmiyor da geçer gibi yapıp. Mesela dün gibi bu balıkçı kahvesine gelişim; kitaplarda satırların altını oya oya, “Ne yapmalı?”, “Nasıl Yapmalı?” gibi soruların yanıtlarını ararken yolumu kaybedişim. Kendini dağıtmadan eksik parçalar bulunamıyormuş meğerse, tam anlamıyla mahvolmadan iyileşilemiyormuş. Öğreniyordum... Denizin üzerini kaplayan sisin içinde süzülürken tekne, bu yüzden sadece soğuktan titremiyordu içim.
Tam da o günlerde Lawrence Durrell’in “Afrodit’in Başkaldırısı” romanı çıkmıştı ve Macit Amca’yla tonoz atıp lüferleri beklerken lüks lambasının ışığı altında, uzun uzun İstanbul’dan ve Boğaz’dan bahseden romandan sahneler okumuştum, uzaklarda bizim gibi balığa çıkmış başka tekneler de vardı. “Şimdi hangisi akıllıca, doğayı bir elbise gibi giymek mi, yoksa onun ırzına geçip evcilleştirmek mi” diye soruyordu roman kahramanlarından biri. Kitaptan başımı kaldırıp Macit Amca’ya bakmıştım, “İkisi de akıllıca gelmedi bana evlat” demişti, “her ne kadar bizimki gibi ülkelerde doğanın ırzına geçmek, daha çok tercih ediliyor olsa da...” Benimse zaten “akıl”la ciddi bir meselem vardı, Feyerabend’in “Akla Veda”sını okuduğumdan beri, “bir şeyler fena halde yanlış” diyerek dolaşıyor, o günlerde popüler olan “Şizofrengi” dergisinin mottosunu tekrarlıyordum: “Bütünüyle kuşkudayım...”
Yıllar sonra bugün, Metis’ten çıkan “Müştereklerimiz” kitabını ve en son Artvin’de tanık olduğumuz ağaçları kesmek isteyen şirkete karşı halkın direnişiyle ilgili haberleri okurken, o gece Macit Amca’nın söyledikleri geldi aklıma: “Akarsuları, gölleri, ormanları, yani devlete emanet edilmiş halka ait olan kaynakları, devlet kime karşı kimden koruyor ve bu emanetleri nasıl özelleştirip satabiliyor, anlamıyorum” demişti.
Devlet, gerçekte kendisine ait olmayan bütün bu kaynakların yağmalanmasını teşvik edip, buna karşı çıkanları da, yine halktan aldığı vergilerle oluşturduğu kolluk kuvvetleriyle sindirmeye çalışıyordu. Nehirlerini korumak isteyen köylülere gaz bombaları attırıp dövdürterek, kimin malını, kime karşı koruyordu? Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, topluluğa ait ortak kaynakları korumak için insanlar ayakta artık.
Walljasper’ın “Müştereklerimiz” kitabında Robert F. Kennedy Jr, ABD’de yurttaşların ırmakları, körfezleri ve gölleri nasıl temizlediğini anlatırken Macit Amca’nın sorduğu soruyu tekrarlıyordu: “Devlet, emanet değerleri, müşterekleri, zengin/fakir ayrımı gözetmeksizin bütün halkın elinde mi tutuyor, yoksa özelleştirmelerine izin vererek birkaç zengin veya nüfuzlu bireyin elinde toplanmasına mı imkân tanıyor?” Bir ülkede demokrasinin nasıl işlediğini anlamanın en iyi yolunun, devletin kendisine emanet edilen kaynaklara nasıl davrandığına bakmak olduğunu söylüyordu. Demokrasiyi oy vermekten ibaret gören anlayıştan kurtuldukça, her şey hızla değişiyor, Gezi’den bu yana…
O gece, lüks lambasının ışığına böcekler vs geldiği için, balıklar da onların peşinden geliyor, hatta ışığın verdiği sarhoşlukla teknenin içine atlayanlar bile oluyordu. O balıklardan tilsi balığıyla göz göze geldiğim ânı unutamam, tam burnumun dibindeydi ve ikimiz de birbirimizi görmenin şaşkınlığı içinde kala kalmıştık. Bana bir şey söylemek ister gibi bakmıştı, öyle hissetmiştim. Balıklar etrafımızda zıplarken, romanı okumaya devam etmiştim: “Eğer kendi alanlarındaki güçleri birleştirirlerse, aşk, sınıflandırılamayan bir hayvan için kullanılan bir terimden daha fazla şey ifade edecek…”

Gitme vakti gelip, tonozların ucundaki taşları denizden çekmek için ipe asıldıkça, ipi çektiğim yönde tekne de usulca hareket etmişti, güneşin ilk ışıklarına gömülmüş sisin içinde. Melih Cevdet’in şiirinde bahsettiği “saklı bir deniz” vardı sanki, Dağlarca’nın “hayallerle kaybolmuş” dediği denizin altında; dünyayı ilk o zaman dinlemiştim… Yaşadığım pek çok sorun, denizin derinliklerinde kaybolmuş, hafiflemiştim. Dünyayı, kendi içimizden çıkamadığımız için gerçekte göremiyor, duyamıyorduk. Tilsi balığı, belki de bu sırrı vermek istemişti. Kracauer’in sorduğu soruyu yeniden sormalı belki de: “İnsan, doğaya yeterince gömülü değil mi?”
Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 1 Temmuz 2015)

0 yorum: