Kuru kafa dünya

Posted: 20 Ağustos 2015 Perşembe by bülent usta in
0

Kaybolmak benim için rutin bir şey oldu her zaman, özellikle İstanbul’da gideceğim yönleri karıştırmakta üstüme yok. Sanki zihnimde başka bir İstanbul’a ait bir harita var ve ben o İstanbul’u arıyorum kaybolduğum sokaklarda. Kaybolmayı bir oyuna dönüştürdüğüm de oluyor, yeni yerler keşfetmek için. Çok gençken –hâlâ gencim- İstanbul’da ilk kayboluşlarımı sevgilimle yaşamış ve onunla bu şehri kendimize özel bir şehre dönüştürmüştük, sokakların adlarını bilmesek de, hani şu tatlıcının, şu kahvecinin bulunduğu, merdivenli ya da çınarlı sokak diye hatırlatıyorduk birbirimize keşfettiğimiz yerleri. Şimdi düşünüyorum da, o günlerde gerçekte kendimizi arıyorduk, kendimizi ararken de İstanbul’u, dünyayı, aşkı... Bize verilen koordinatlara, sokak tabelalarına ya da anlatılanlara göre şekillendirmiyorduk bu arayışı, çünkü o zaman bize ait olmayacaktı bulduğumuz şey, zaten keşfedilmiş, sınırları belirlenmiş, tanımlanmış bir şeyi aramanın bir anlamı yoktu. Okuduğum kitaplarda da, aynı şeyi yapıyordum, sanki Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını ilk defa ben okuyordum, Dostoyevski benim için o romanı yazmış gibi, öyle bir iştahla ve keşfetme arzusuyla… İşte o iştah ve keşfetme arzusu yoksa, gerçekten kaybolmuşsunuzdur ve hiçbir harita, tabela, açıklama size yardımcı olamaz artık.

Şimdi artık kimse kaybolmuyor, akıllı telefonların navigasyonları herkesi gideceği yere götürüyor. Hatta seçenekleri bile var, yaya olarak, arabayla ya da toplu taşıma araçlarını kullanarak nasıl gidileceğini tarif ediyor birkaç saniyede… Bununla ilgili, hikâyesini Stephen King’in yazdığı bir korku filmi bile çekildi “Big Driver” adıyla; bir yazar, arabasındaki navigasyonu takip ettiği için tuzağa düşüyordu filmde, çünkü gideceği yerin koordinatları yanlış girilmişti alete. Dünyanın durumu, biraz “Big Driver”daki hikâyeye benziyor, koordinatlar yanlış girildiği için tuzağa düşürülmüş milyarlarca insan… Syriza ile başlayan ve Podemos’la Avrupa’da devam edeceğini umduğumuz solun yükselişi, işte bu yanlış koordinatlardan kurtulanacağına dair bir heyecan uyandırdı. Ne demiş Tsipras: “Ege Denizi, balıklarındır.” Tsipras’ın bu sözü, 70’lerdeki Ecevit’in seçim sloganını hatırlattı bana: “Toprak işleyenin, su kullananındır!” Fabrikalar, içindeki işçilerindir; tarlalar çiftçilerindir; şehirler, o şehirlerde yaşayanlarındır; oyun bahçeleri, çocuklarındır…

Yanlış koordinatlar, sadece siyaseti de şekillendirmedi, edebiyat da, bilim de, bu yanlış koordinatlarla donatıldı hep, navigasyon aletini kim kullanıyorsa onun arzusuna göre girilmişti çünkü adresler. Soykırımlar, katliamlar, ırkçılık, din savaşlarıyla kuşatılmış insanlık, “ehven-i şer”e razı edilmeye çalışılmıştı hep. Halk demokrasisi diye yutturulmaya çalışılan şey bile öyleydi, sözde halka dayanan ve bireysel hakların güvence altına alınacağı bir devlet modeli tasarlanmıştı, ama ortaya çıkan şey, okullardan cezaevlerine, fabrikalardan akıl hastanelerine kadar topluma şekil vermesi için tasarlanmış bir makine aracılığıyla devlete suç ortağı olacak vatandaşlardan oluşan kitleler yaratmaktı. Hukuki eşitlik, toplumsal eşitsizlik sayesinde vardı ve şiddeti yok etme iddiasıyla şiddet üreten kurumlar üretmişti hep. Egemenler, eşitliğin, özgürlüğün, adaletin koordinatlarını yanlış girdiği içindir ki, dünya ateşten topa dönüyordu sık sık, milyonlarca insanın hayatını kaybettiği…


İnsanlık tarihinin koordinatlarını değiştirmek istiyorsak, daha önce verilmiş bütün siyasi, tarihi, sanatsal, felsefi koordinatları silemiyorsak bile gözden geçirmemiz şart. Bu yüzyıl, kaybolmayı göze alan kâşiflerle her şeyin yeniden anlamlandırılacağı bir yüzyıl olacak, çünkü navigasyon aletlerinin ekranında kuru kafa görünüyor uzun zamandır. Henüz salgın hastalıklarla, katliamlarla, doğal olmayan katkı maddeleriyle yapılmış gıdalar ya da nükleer santrallerden sızacak radyasyonla ölmemiş insanlar arasında, umudun koordinatlarını bulmak için sokak sokak, meydan meydan dünyanın yeni bir haritasını çıkaranlar var. Nâzım’ın dediği gibi, “henüz vakit varken…”, “Paris yanıp yıkılmadan…”

Bülent Usta (BirGün Gazetesi, 4 Şubat 2015)

0 yorum: