BEN NE KADAR BENİM?

Posted: 17 Temmuz 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Kitapların dünyasında kaybolmayı neden sevdiğimi düşünüyorum bir süredir. Neden daha çok kitaplarda yaşamayı istiyor; ancak yazarak soluk alabiliyorum? Çünkü beğenerek okuduğum her kitap, beni daha önce fark etmediğim gizli bir koridorun içinden duvarlarında yüzlerce aynanın bulunduğu bir şatoya getirip bırakıyor. Kendimi duvarlardaki o aynalar aracılığıyla değişik kılıklarda, yaşlarda, farklı cinsiyetlerde, hatta bazen bir bir hayalet gibi görebileceğim bu şato dışında başka bir yer de yok.

Uzun yıllardır hep şu soru aklımı meşgul etmişti: Ben Ne Kadar Benim? Yani, dünyaya gelirken hiçbir şeyi tercih edemiyorsun ve dünyaya geldiğin bir ülkenin bir şehrinde, sana ismin dahil her şey hazır olarak sunuluyor. Okuldur, askerliktir, iş hayatıdır, her şey seni bir kalıba sokarak var etmeye ya da yok etmeye çalışıyor. Sen, bir ressam olacakken bir muhasebeci, muhasebeci olacakken bir gazeteci ya da başka bir şey olabiliyorsun. İçine doğduğun kültür ve yaşantı, seni bir hırsız ya da kahraman yapabiliyor. Sen, sana dair tüm bu şeyler olurken, gerçekte bu sürece ne kadar etkide bulunabiliyorsun? Bu soru, elbette sadece bana ait bir soru değil. Özellikle Sartre ya da Camus gibi varoluşçu yazar ve filozoflar, Watson gibi psikologlar ve daha pek çok kişi bu soruyu derinlemesine araştırmıştı. Bazıları bireyi yüceltmiş ve onun tercihlerine önem vermiş, bazıları da önceliği kültüre vererek, her bireyin içinde bulunduğu kültür ve yaşantı tarafından şekillendirildiğini savunmuştu. Bu tartışmanın ayrıntılarına girecek değilim ama, bir antropolog olarak bireyin gelişimi ve şekillenmesinde kültüre öncelik verdiğimi, ama "kültür" derken de, "kültür-sanat" bağlamında bir "kültür"den değil de antropolojik ya da sosyolojik anlamıyla "insanın yapıp ettiği her şey" anlamındaki "kültür" tanımını kullandığımı da belirtmek isterim. İnsanın yapıp ettiği her şey derken, müzik kültüründen, yemek kültürüne, kültürlere göre farklılıklar gösteren selamlaşma ya da düşünme yöntemi ve inanışlar gibi insana dair her şeyi kast ediyorum. Salt kültüre ve topluma bu işlevi yüklemek yerine, bireyin tercihleri ve yapıp ettiklerinin de belirleyici olduğunu, bireyi ihmal eden her düşünce ve sanat oluşumunun de tökezlemeye mahkûm olduğunun altını çizerek...

Evet, ben ne kadar benim? Hissettiğim ya da düşündüğüm şeyin ne kadarı bana, ne kadarı devlete, ne kadarı dine, ne kadarı takip ettiğim medyaya ya da başka bir şeye ait? Bunu nasıl öğrenebilirim? Bunu öğrenebilmek, içinde bulunduğum kültürden tahakkümü altında olduğum devlete ya da beni çepeçevre kuşatmış diğer tüm ilişkileri, anlayışları çözümleyerek mümkün olabilir ancak. Bu da kendi başına yeterli değil. Başka hayatlardan, duyuşlardan, düşüncelerden de haberdar olmam gerek. Peki başka hayatlardan nasıl haberdar olabilirim? Televizyonlardan birilerini röntgenleyerek ya da sinemanın büyülü dünyasında dolaşarak mı? Elbette, onlar da bir biçimde beni haberdar ederler. Ama kitaplarda dolaşmak kadar hiçbir şey, bana bu imkânı sunmadı bugüne kadar. Çünkü okumak, her ne kadar toplumsal yanları olsa da tamamen bireysel bir aktivitedir. Bir insan okuyarak ne olduğunu, ne yaptığını, nasıl yaşadığını başkalarının nasıl düşündüğünü ve neler yaptığını görerek bulabilir. Peki insan, okuduklarından da ibaret olursa... Okumak insanı değiştirirken, insanın özüne mi yakınlaştırır yoksa başka bir yabancılaşmanın olanağı olarak mı belirir? O zaman da şöyle bir soru çıkıyor karşımıza: insanın özü diye bir şeyden bahsedebilir miyiz? Burada bir özden daha çok bir "oluş"un mümkün olduğundan bahsedebiliriz belki. Hiç bitmeyecek bir "oluş"... “Ben ne kadar benim” sorusundan daha mühim bir soru: “Ben ne kadar ben olabilirim” ve “olduğum şey, ne kadar özgün ve bana ait olacak?” Sanırım en doğru soru da bu, insanın bir öze sahip olduğuna inanmıyorsanız. Kapitalizmin ürettiği birörnek ve bencil "ben" hallerinden sıyrılmanın, araştıran ve sorgulayan bir özne olarak hayatın içinde yer almanın bir koşulu da, insanın kendi "ben"ine ulaşma çabasıyla mümkün olabilir ancak. Ve kitaplar, sorgulanacak ve deşilecek şeyler olarak okunduğu sürece de insanın kendi serüvenini keşfetme sürecinde en büyük yardımcısı olarak kalmaya devam edecek.

Kitapların dünyasında kaybolurken bulduğum şey, hayatın derinliklerine açılan gizli geçitlerden ve o geçitlere beni sokan kitapların büyüsünden daha başka bir şeydi. Ben olmanın sırrıydı. Ama bu sır, çözüldükçe çoğalan bir sırdı. Bakışların, mekanların, zamanların, insanların, dolayısıyla hayatın içinde çoğalan bir sır... Bu sır ya da sırların peşinden koşanlar çoğaldıkça çoğalıyor kitaplar ve hayatın derinliklerine açılan gizli geçitlerde koşturup duruyorum, sürülerle, çobanlarla, cesetlerle işi olmayan Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi şen... Çünkü hayat, ancak yıkıcı okumalarla hayat bulur kendisine...

Bülent Usta (Birgün, 16 Temmuz 2008)

0 yorum: