SPİNOZA’NIN AKASYASI

Posted: 25 Temmuz 2008 Cuma by bülent usta in
0

Ağaçlarla konuşur musunuz hiç? Ben konuşurum. Oturduğum apartmanın önünde dalları pencereme kadar uzanan bir ağaç var. Bazen saatlerce bu ağacı izler, yapraklarının rüzgârdan aldığı hareketle söylediklerini dinlerim usul usul. Öyle güzel, öyle karakterli, öyle dingin bir ağaç ki bu anlatamam, hüzünlü fısıltıları eksik olmasa da... Diğer ağaçları, onun kadar izlemediğim, dinlemediğim için belki de benim için bu denli özel bir ağaç oldu bu akasya...

Bugünlerde YKY’den yayımlanan Feyyaz Kayacan’ın ‘Çocuktaki Bahçe’ adlı romanını okuyordum ki sadece ağaçlarla konuşanın ben olmadığımı görerek rahatladım. Arkadaşlarım, bir dostumdan bahseder gibi evimin önündeki akasyadan bahsedişimi artık garipsemeye başlamışlardı çünkü. Romanın daha başlarında, ağaca tırmanan bir çocuğun gözlerini kapayarak ağacı dinlediği bir an var ki muhteşem. “Tüy gibiydim. Tüyden de azdım. Sanki bütün dokularımın kaynaklaştığı kök hücrenin içinde uçuyordum. Hücrenin zarını delip doku-öncesi bir hafifliğe erişecektim sanki. Bu çok hoşuma gitmişti. Gülmüştüm. Alkışlamıştım ağacı.” Romandaki çocuk kahraman, ağaçla konuşmaya çalışır sonra. Konuşur da... Bir İstanbul romanından daha fazla bir şey bu roman... Usta bir öykücü titizliğiyle sözcük sözcük örülmüş, şiirsel bir anlatı... Sokakları, bahçeleri ve çocukluk anılarıyla anlatılan İstanbul olsa da insana dair yanıtsız sorularla Kafkaesk bir atmosferde boy veriyordu her şey...

Ağaçla her konuşmamdan sonra, konuştuğumuz şeyleri çabucak, daha perdeyi örter örtmez unuttuğumu fark ettim sonra. Bu yüzden onunla neler konuştuğumu anlatamayacağım size. Sanırım bu bir büyü. Ağaçların ve kedilerin bir sırrı ve silahı bu unutkanlık... İnsanlar, onların neler bildiğini bir öğrense, başları belaya girerdi mutlaka. Sorgucular gelirdi yanlarına, “Konuş! Dökül sırlarını birer birer!” Akasyaya elektrikli testereyi göstererek tehdit ederlerdi muhtemelen. Ama romanda olduğu gibi, hiçbir ağaç, tehditle konuşamaz. Çünkü gururlu canlılardır ağaçlar. Ser verip sır vermezler. Belki bu yüzden aklımdan ne geçerse anlatıyorum bu ağaca. O da unutacağımı bildiği için fısıldıyor yanıtlarını özgürce.

Bazen bu akasya, okuduğum kitabın yazarına da dönüşür. Bu adeta bir oyun gibi yaşanır aramızda. Örneğin kaç gündür bir Spinoza gibi dikilip duruyor evin önünde. Onun kadar hür ve şen... Norgunk Yayıncılık tarafından Spinoza ve Blynbergh arasındaki mektuplaşmaların kitabı ‘Kötülük Mektupları’ yayımlandı ya bugünlerde. Tıpkı ‘Etika’yı okuduğum günlerdeki gibi Spinoza’ya dönüşüverdi bizim akasya birden. Daha bir dingin, daha bir sevecen konuşuyor benimle şimdi. Polemiğin ilkel hallerinden tamamen uzak, cana yakın bir üslupla tartışıyor her meseleyi kitapta olduğu gibi. Ama, bir akasya olarak değil de, Spinoza olarak konuştuğu için, unutmam da gerekmiyor hiçbir şeyi. Biri sorsa, ne diyor bu ağaç diye, o değil, Spinoza konuşuyor der, onlara kitabı gösterebilirim. Ama duyduklarımın ne kadarı akasyaya, ne kadarı Spinoza’ya ait, bundan da emin olamıyorum bazen.

Bir akşam, ışıkları kapatıp perdeyi açtığım zaman, ayışığında belli belirsiz gözüken Spinoza, beni bir konuda sıkıca uyardı: “... Gayet iyi biliyorsun ki bir şeyin pek çok kişi tarafından kabul edilmemesi, onun doğruluğunu ortadan kaldırmaz. Yaşadığımız çağın görünümünün de farkında olduğuna göre, senden bu şeyleri başkalarına iletme konusunda çok temkinli olmanı özellikle rica ediyorum.”

Spinoza, 1600’lü yıllarda yazdığı kitabında okurlarını bu cümlelerle uyarma ihtiyacı duymuş. Aforoz edilen, felsefede getirdiği yeniliklerle kalıpları yıktığı ve bazı çevreleri tedirginliğe sürüklediği için kendisini baskı altında hisseden Spinoza’nın tıpkı şimdi bana yaptığı gibi, o yıllarda okurlarını bu şekilde uyarması, hüzün verici geldi bana. Hüzün verici, çünkü bu coşkulu filozof, coşkusunu okurlarıyla gönül rahatlığı içinde paylaşamamış hiçbir zaman. Aynı uyarıyı şimdi bana yapıyor olması, aradan geçen 400 yıl içinde hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor. Spinoza’nın tiksindiği ve uzak durduğu baskıcı iktidarlar, tutkularıyla hareket eden kalabalıklar ve dogmatik zihniyete sahip olanlar bugün de her yanımızı kuşatmış durumda. Hakikati söylemenin bedelini Hrant Dink gibi ödemek mümkün her zaman. Onun 1600’lü yıllarda yaşadığı endişeyi, bugün çeşitli biçimlerde yaşıyor oluşumuz kimseye tuhaf gelmiyor çünkü.

“Tehlikelerden kaçınmak, özgür bir insan için, onları alt etmek kadar büyük bir erdemdir” diye fısıldadı sonra, yaprakların hışırtısıyla. Bunu niye söylemişti ki şimdi? Benim için endişeleniyor muydu? Başıma bir şeylerin gelmesinden mi korkuyordu? Beni ucuz kahramanlıklar yapmamam konusunda uyarıyordu sanki böyle söyleyerek. Çünkü önemli olan, kahramanca yok olmak değil de, hayatta kalabilmeyi başararak mücadele etmekti Spinoza için. Bu topraklarda her zaman kahramanlara ihtiyaç duyulduğunu biliyordu çünkü akasya aracılığıyla. İnsanların kahraman olmaya özendirilerek ölümden yana iktidarların gücüne güç katıldığını. Tüm militarist söylemlerin ardında bir kahramanlık düsturunun bulunduğunu biliyor ve uyarıyordu beni.

Bireyin devlete itaatsizliğini savunan, devletin topluma özgürlüğü değil de sadece özgürlük aşkı verdiğini 17. yy’da görebilmiş filozofun sözleri elbette benim için çok değerliydi. ‘Etika’ adlı olağanüstü kitabıyla insanın iç dünyasından başlayarak topluma kadar uzanan derinlikli bir felsefe kurması, Nietzsche’den Deleuze’e kadar geçmişten günümüze pek çok düşünürü etkileyerek sadece felsefeyi değil, sanatı ve siyaseti de onsuz düşünemeyeceğimiz bir noktaya getirmişti.

Spinoza, güçlerin mümkün olduğunca toplumsal gövdenin her yanına eşit dağıldığı bir rejim özlemi duymuştu her zaman. O günler ne kadar uzak bilmiyorum. Ama o günler gelene kadar, akasyanın hüzünlü fısıltıları eksik olmayacak bu sokaktan.

Bülent Usta (Birgün, 23 Temmuz 2008)

0 yorum: