HER ŞEYİN ÖTESİNDE

Posted: 10 Temmuz 2008 Perşembe by bülent usta in
0

Darbelerin kuşku dolu sessizliği, savaşların ölüm sessizliği ve yoksulluğun acı dolu sessizliğini iktidar savaşı sesleri örtüyor nicedir. İkilikler içerisine hapsedilmiş bir siyaset ortamında her şeyin siyah ya da beyaz gözükmesinden doğal ne olabilir. Her şeyin siyah-beyaz gözüktüğü bir ortamda ise ne kadar demokrasi ve özgürlük olacağı ortada. Bu yüzden tüm meselelere yanlış bir perspektifle bakmak ve çözüm yollarını yanlış yerlerde aramak kaçınılmaz bir hale geliyor.

Gözaltına alınan gazeteciler için ben de üzüldüm. Aslında bu ülkede gözaltına alınan herkes için her zaman üzüldüğümü söylemeliyim. Bu meşhur gazetecilerin gözaltına alınmış olmalarından dolayı yaşadıkları travmayı, korkuyu, endişeyi televizyonlardan konuşurlarken gözlerinin içine bakınca görmek mümkün. Zaman zaman ağlayacak bir noktaya geldiklerine, alt dudaklarının üzüntüyle titrediğine tanık olmak gerçekten de hüzün verici. Bu topraklarda pek çok muhalif kaçınılmaz olarak gözaltıyla tanışmış, hatta gözaltındayken işkence de görmüş oldukları için, onların yaşadığı ruh halini, belki de onlardan daha iyi anlayacaklardır eminim. Çünkü onlar işkence görmediler. İyi ki de görmediler. Çayları, kahveleri eksik olmamış, ne güzel. Ama yaşadıkları travmayı artıran şey, bu insanların bugüne kadar inandıkları pek çok şeyin yıkılmış olmasa da sarsılmış olması. Çünkü onlar orduya, yasalara inanmış, her zaman için ulusalcı ve devletçi oldukları için sırtları sıvazlanmış, kendilerine göre gurur dolu bir geçmişe sahipler. Yani o inandıkları ve savundukları devlet tarafından böyle bir muameleye tabi tutuluyor olmaları onları yaralamış olmalı. Bir de emekli generalleri düşünelim. Durumları daha da vahim. Çünkü onların inandıkları şeyler artık yaşam biçimine dönüşmüş olsa da herkesin lanet okuyarak andığı 12 Eylül darbesinin failleri bile serbestken onlar cezaevine girmiş.

Şimdi bu gazeteciler, işkence görmüş Manisalı çocukları, gözaltında ölenleri, 80’lerde ya da 90’larda neredeyse sıradanlaşmış geceyarısı baskınlarıyla meçhul yerlere götürülen insanları bir parça da olsa daha iyi anlarlar mı diye düşünüyorum ister istemez. Anlayabilirler mi anaların ellerinde çocuklarının resimleriyle yollara dökülmesinin acısını. Cumartesi Anneleri denmişti onlara, her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde toplandıkları için. Sezen Aksu bile onlar için şarkı yapmıştı hatırlarsanız. Hiç unutmuyorum, onların yanına oturduğum birgün, tellerin üzerine konmuş kargalardan ya da güvercinlerden birisi üzerime pislemişti. Cumartesi annelerinden birisi, belki gözyaşını silmek için yanında getirdiği kâğıt mendille omzumdaki kuş pisliğini silmişti. Ama öyle bir silmişti ki sildiği şeyin bir kuş pisliği olmadığını anlamıştım o an. Bende kendi oğlunu gördüğünü hissetmiştim dokunuşundan. O temasla birlikte onların acısı bana da geçmişti sanki. Ellerinde tuttukları resimlere daha bir dikkatli baktım bu defa. Baktıkça baktım, baktıkça baktım ve o resimlerdeki kayıp insanların gözlerinde onlarla birlikte kaybolan şeyleri hatırladım birer birer.

Bu konuya girmeyeceğim demiştim önce kendime. Kitaplardan bahsedecektim çoğu zaman olduğu gibi. Kabalcı Yayınevi’nin Bilge Karasu ve Oktay Rifat Türkçesiyle birlikte hoş bir tasarımla yayımladığı Georges Simenon kitapları “Bella’nın Ölümü”, “Kanaldaki Ev”... Can Yayınları’ndan çıkan Kafka’nın “Babaya Mektup” adlı kitabı ya da YKY’den çıkan Etel Adnan’ın savaş karşıtı olağanüstü romanı “Sitt-Marie Rose”, Calvino’nun “San Giovanni Yolu” adlı kitapları ve daha nicesi... Birbirinden güzel kitapların yayımlanıyor oluşunun bende yarattığı coşkuyu, televizyonlarda, gazetelerde tanık olduğum gerilim süreci alıp götürdü her seferinde. Dikkat ettiniz mi gazete başlıklarında, köşe yazılarında hep aynı şeyler söylenip duruyor yıllardır. Tüm yazılarda, manşetlerde gizli çığlıkların koyu sessizliği geziniyor durmaksızın. Ve üstelik bu gizli çığlıklar, tıpkı işsizliğin ya da tersanelerde ölümlerin artması gibi artıyor sürekli olarak. Çünkü iktidar savaşları bizim dışımızda olsa da bizi her yönden etkileyerek dipsiz bir çukura doğru sürüklüyor. Bu dipsiz kuyuya düşmemek için tutunacağımız şeyler olmalı siyasette, sanatta, hayatta... Var mı tutunacağımız şeyler... Varsa bile sisler arasında belli belirsiz gözüküyor. Tutacağınız şey kırık bir dal parçası da olabilir, kökleri toprağa sıkı sıkıya yapışmış bir ağaç da... Tutacağım şeyin sağlam olup olmadığını daha çok kitaplardan bakarak tespit etmeye çalıştım hep. Örneğin Etel Adnan’ın “Sitt-Marie Rose” romanındaki, romanla aynı ada sahip kadın karakteri, bana elini uzatarak tutunacağım şeyi gösterdi: Her şeye rağmen insana ve hayata dair inanç... Çünkü Sitt-Marie Rose, Filistinli direnişçilerin arasında yer alan Hıristiyan bir kadın... Sağır ve dilsiz çocuklara öğretmenlik yapıyor ve Filistin karşıtı Hıristiyan milislerin eline esir düşüyor. Ortadoğu’da bir kadının, Hıristiyan olduğu halde Filistinlilere destek veren bir kadının, kendini savaş mağduru çocuklara adamış bir kadının, onu hainlikle suçlayan ve gençken sevgilisi de olmuş bir milis tarafından sorguya çekilirken sergilediği tavır ve sözleri insanın tüylerini diken diken ediyor. Bir meleğe dönüşüyor gözümde Sitt-Marie Rose... Bir umut meleğine... Her ne kadar sorgucular onu öldürecek olsa da öğrencileri olan sağır ve dilsiz çocukların sahip oldukları sessizliğin içinde yaptıkları dans, hüzünlü olsa da ölüme ve savaşa meydan okuyan bir dansa dönüşüyor gitgide... İşte o zaman anlıyor insan, iktidarların kirli savaşlarına meydan okuyanların ödedikleri bedelin, insana ve hayata dair duydukları derin inancın her şeyin ötesinde olduğunu.

Bülent Usta (Birgün, 9 Temmuz 2008)

0 yorum: