GİZLİ ODA

Posted: 4 Ağustos 2008 Pazartesi by bülent usta in
0

Herkesin gizli bir odası olmalı mutlaka. Kast ettiğim bildik bir oda değil ama. Ursula K. Le Guin’in Metis’ten çıkan "Sesler" adlı romanındaki Memer adlı çocuğun Seferbeyi’nin malikânesinde keşfettiği tarzda büyülü bir gizli oda. O oda, ağzına kadar kitap doluydu, üstelik tümü de yasak olan kitaplar. Çünkü Memer’in yaşadığı ülke olan Ansul, Aldların işgali altındadır ve Aldlar yazıdan korkmaktadır. Bu yüzden ülkede kimse evinde kitap bulunduramadığı için bütün kitaplar Seferbeyi’nin evindeki o gizli odada saklanır. Ve adı üstünde gizli olan bu odayı Seferbeyi dışında sadece Memer bilmektedir.

Aslında Ursula K. Le Guin, bir başka kadın romancı Virginia Woolf’un aksine yazar olmak için illa da bir insanın kendine ait bir odası olmasının gerektiğine inanmayıp, kâğıt ve kalemin yeterli olduğunu iddia etse de, "Sesler" adlı romanında yer alan gizli oda, onun bir özlemini de açığa vurur sanki. Ama gizli oda, kendisine ait bir oda değildir Memer için. Ona, annesinden kalan bir sırdır ve bu sır, sadece kendisini değil, yaşadığı toplumu da kurtaracak bir öneme sahiptir. Çünkü, orası düşlerin, bilgilerin, fikirlerin biriktirildiği ve korunduğu bir yerdir. Dış dünya acımasızdır. Aldlar, kadınlara tecavüz etmekte, kendilerinden olmayanları işkence ederek öldürmekte ve insanları baskı ve zulüm altında yaşamaya zorlamaktadır.

Çetelerin, savaşların, cinayetlerin, yolsuzlukların, ırkçılığın kol gezdiği bu topraklarda, tıpkı romandaki Memer’inkine benzer gizli bir odam olmasa, ne yazabilir ne de yaşayabilirdim. Demiyorum ki herkes gizli odalarına kapansın ve bir daha dışarıya çıkmayıp düşler aleminde sahte mutluluklarla avunsun. Ama bir gizli oda olmalı mutlaka. İnsan vicdanıyla, hayalleriyle, düşünceleriyle kitaplar aracılığıyla başbaşa kalabilmeli. Yorulunca, boğulunca kaçıp saklanabileceği bir gizli oda...

Geçen gece bombalar patladığında, gizli odamdaydım. Ama orada bile duydum patlamanın şiddetini. Sokaklar dolusu cesetlerin anlattığı şeyler, en iyi gizli odalarda duyulur aslında. Kitapların arasından baktım yine, tıpkı Sivas ya da Ulucanlar katliamlarına da baktığım gibi. Bakarken gözüm yaşardı, nefesim tıkandı. Ama baktım. Sokaklar dolusu cesetler her zaman bir şeyler söyler ve bu söylediği şeyler, Nazi toplama kamplarının ya da Irak’ta yaşanan vahşet sürecinin söylediği şeylerden farklı değildir aslında. Faşizm virüsü, en çok korku yüzünden bağışıklık sistemi zayıflamış toplumlarda etkisini gösterir. Yavaş yavaş ele geçirir bu virüs vicdanları, fikirleri, algıları... Şiddet süreci, faşizmin acıkan karnını doyurması anlamına gelir ve şiddetle beslenip büyür toplumlarda. Hele ki kültürel kodlarınız Serol Teber ya da Adorno’nun bahsettiği gibi otoriteryen özellikler taşıyor, itaat ve tahakkümle terbiye ediyorsa ruhları.

Gizli odamda Memer’le buluştum yakınlarda. Bu buluşma, elbette gizli odanın büyüsü sayesinde kitaplar aracılığıyla mümkün oldu. Yorgun ve hırpalanmış gözüküyordu benim gibi o da. Bana Ursula K. Le Guin’in "Sesler" adlı romanından bahsetti uzun uzun. Ama Le Guin’den hiç bahsetmiyordu konuşurken. Bunun sebebi, romanın Memer’in anılarını kaleme almasından oluşması, yani Le Guin’in Memer aracılığıyla romanını yazmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden "Sesler" için kitabım diyordu hep Memer. “Kitaplar, yazdığım bu kitabın kalbi sayılır. İçinde bulunduğumuz tehlikeyi, yaşadığımız riskleri kitaplar yaratmış, bize elimizdeki gücü kitaplar vermişti. Aldlar onlardan korkmakta haklıydı” Bizim de onların Aldlarına benzer düşmanlarımız olduğundan bahsettim ona. Kitap düşmanlarımızdan... Okuyana ve yazana düşman olan, onları öldüren, hapseden... 12 Eylül’de yakılan kitap adedinin Nazilerin yaktığından fazla olduğunu okumuştum bir yerde. Kitlelerin bilinçaltına işlenen kitap korkusunu silmek için daha kaç kuşak geçecekti kimbilir. Hâlâ yazdığı kitaplar yüzünden yargılanan yazarlar yok muydu? Aslında bizim Aldlarımız da gizli odalardan her zaman ürkmüşlerdi. Çünkü faşizm, paranoya demektir ve Aldlar sadece kendi pis işlerinin gizli kalmasını ister. Onlar, kendi gizli odalarında toplanıp istedikleri kadar suikast planları yapabilir, katliamlar örgütleyebilirler.

Memer, kitaplığımdan bir kitap aldı eline. Ve şöyle dedi: “Biliyor musun, kehanet kitaplar aracılığıyla konuşur. Bunu herkes bilmez. Ben de çok sonra öğrendim” “Nasıl bir şey bu kehanet” diye sordum merakla Memer’e. Çünkü ben de yıllardır okur ve yazarken bu kehanetin izini sürüyordum. “Kehanetin” dedi Memer, “okura, yani onu bulana hiçbir faydası olmaz. Hatta ölümcül zararları bile olabilir. Okur, kehanet için sadece bir araçtır. Çivi bir kez vurur, çekiç binlerce… Kehanet, hiçbir zaman açıkça konuşmaz. Karmaşık hayallere ya da anlaşılmaz sözlere benzer. Kehanet, emir vermez, düşünmeye davet eder sadece”

Memer ile konuşurken, aslında bütün sanat yapıtlarının ortak bir dili olduğunu, bazen zıt şeyler söyleseler de bir kehanetin izini sürdüklerini ve belki de o kehanetin taşıdığı umutsuzluk yüzünden karşımıza daha çok karamsar bir manzara çıkardıklarını düşündüm. Neler oluyordu insanlığa? Faşizm virüsü, hani şu her tür ısıya ve koşula dayanıklı bakteriler gibi, bunca anti-faşist yapıta karşı nasıl oluyor da böyle direnç gösterebiliyordu yıllardır? Faşizmi yok edecek formülü bulabilmek için daha çok resim, heykel yapmalı, filmler çekmeli, okumalı ve yazmalıyız anlaşılan. Ama bunlar da yeterli değil. Üretilen antivirüsleri yayacak örgütlenmeler, araçlar, yayınlar, yapıtlar çoğalmadığı sürece işimiz çok zor.

Romandaki Seferbeyi’nin şu sözlerini anımsadım bunları düşünürken: “Bir nesil, bilginin cezalandırıldığı ve cehaletin saadet olduğunu öğrenerek yetişiyor. Bir sonraki nesil cahil olduklarını bile bilmeyecek çünkü bilginin ne olduğunu bilmeyecekler.”

Memer’le gizli odadan ayrılıp sokağa çıktık. Yapacak çok önemli işlerimiz vardı.

Bülent Usta (Birgün, 30 Temmuz 2008)

0 yorum: