RUHSUZ KENTLER KÂBUSU

Posted: 22 Ağustos 2008 Cuma by bülent usta in
0

Gördüğüm kâbusun etkisinden bir türlü kurtulamıyorum. Güya cep telefonu ve bir taşıt olmaksızın bir şehrin, tanımadığım bir şehrin ortasına tek başıma bırakılıyorum. Bırakıldığım şehirde, bütün binalar birbirine benziyor, yüksek duvarlarıyla siteler ve gökdelenlerin arasında sıkışıp kaldığımı hissediyorum. Yanımdan hızla geçen taşıtlar görüyorum. Bulunduğum sokak, sadece taşıtların geçişi için kullanılıyor olmalı ki yolda adres sorabileceğim tek bir kişiye bile rastlayamıyorum. Üstelik nereye gittiğimi de bilmiyorum.

Aslında gördüğüm bu kâbusun, gelecekte bizi bekleyen kentleşme ihtimaliyle örtüşüyor olduğunu düşündüm sonradan. Hatta gittikçe artan bir ivmeyle bunu gerçekleştiğini. Bu bir kâbustu gerçekten. Bu kâbusu, İstanbul’un eski semtlerinden uzaklaşıp siteler halinde öbek öbek oluşmuş yeni mahallelere vardığımda daha yoğun bir biçimde hissedebiliyordum. Eski mahallelerde sokaklar kamusal yaşam alanı içindeyken, yeni kurulan mahallelerde sokaklar sadece bir geçiş güzergâhı olarak yer alıyor. Yaşanılan ev ve hareket halindeki taşıtların dışında bir hayat, bu yeni mahallelerde bulunmuyor. En fazla alışveriş mağazalarına gidiyor insanlar. Terzinin, berberin, pastanenin, kahvehanenin bulunduğu sokaklar, alışveriş merkezlerine taşınıyor yavaş yavaş. Ama o mağazalarda, sokaktaki bakkalla ya da berberle kurduğunuz muhabbeti kurmanız mümkün değil.

Modern insanın sosyalleşebildiği tek alanın işyerleri ile eğlence yerleri olması ve ait oldukları sosyal grubun dışında yer alanlarla karşılaşma ve onları tanıma olasılığının azalması ne kötü. Gecekondu mahalleleri bile, bu öbek öbek site mahallelerinden daha gösterişli ve canlı yerleşim bölgeleri olarak gözüküyor bana. Ama korkarım ki onlar da 60’larda bir gecekondu mahallesi olan Zeytinburnu’nda olduğu gibi, yavaş yavaş sitelerle dolup taşacak ve birbirine benzeyen apartmanlarla dolacak bir gün.

Ben eski bir İstanbul semtinde yaşadığım için, mahallemizde terzi, hatta dikiş makinesi tamircisi bile bulunabiliyor. Hatta evimin bulunduğu sokağın başında ihtiyar bir ayakkabı boyacısı dahi var. Kendisine ait bir köşede, tüm mahallenin ismiyle tanıdığı harikulade kedileriyle birlikte yaşıyor. Akşam olup evine giderken, bulunduğu yeri süpürüp temizlediği için, sokağın en temiz kısmı da orası. Sokağa girip onu görünce, daha evime varmadan evime gelmiş gibi hissediyorum. Mahallemizdeki berber, fırıncı, komuşumuz İsmail Amca ve onun gibi kişilerle futboldan siyasete pek çok şeyi sokakta bir tabureye oturup konuşmak da mümkün. Ya yeni mahallelerde... Ve bizim mahallenin de birgün, o ihtiyar ayakkabı boyacısıyla birlikte bir anı haline gelip kaybolacağını düşünmek bile, gördüğüm kâbusun etkisini güçlendirmeye yetiyor.

Aslında yeni mahalleleri, eskilerinden ayıran özellik sadece sokak hayatının kaybolmasından ibaret değil. O sokaklara ruhunu veren binalar da değişiyor yavaş yavaş. Eski binaların mimari yapısı, günümüz betonarme binaları arasında kişiliği ve ruhu olan yapılar olarak gözükür pek çok kişiye. Ve üstelik böyle hissetmelerinde haksız da değillerdir hani. Ahşap bir evle konuşan, hatta konuştuğu ahşap eve şiirler yazan şairler gördüm. Ama bir apartmanla konuşan birisine rastlamak mümkün değildir galiba.

Şehri giydiren mimari anlayış üzerine düşünürken, dikkatimi insanların giyimlerindeki tekdüzelik de çekiyor. Sadece yaşanılan binalar değil, insanların bedenlerini örten giysiler de birbirine benziyor artık daha çok. Böyle olmasında dikiş makinesinin icatıyla başlayan fabrikasyon üretimin etkisi büyük elbette. Ama sadece bu mu mesele? Halbuki Balzac’ın ya da Proust’un romanlarında nasıl da önemli bir işleve sahiptir karakterlerin giydiği giysiler. YKY tarafından yayımlanan ‘Sanat Dünyamız’ adlı dergideki Mehmet Rifat’ın yazısında, Proust’un Fortuny elbiseleri hakkında yaptığı araştırmaları ve mektuplaşmalarını, romanında bu elbiseleri bir laytmotif olarak nasıl kullandığını okurken, insan ister istemez geçmişin o biçimsel zenginliğini ve estetik algısını kıskanıyor. Aslında ‘Sanat Dünyamız’ dergisi gibi, ‘Cogito’ da son sayısını ‘İnsan Giyinir’ başlığı altında giyim-kuşama ayırdı. Her iki derginin de ana dosyalarını giyim-kuşama ayırması ve çeşitli disiplinlerden yola çıkarak bu meseleyi derinlikli bir biçimde kuşatması sevindirici. Ama giyim-kuşam, öylesine derin ve geniş bir konu ki bu iki derginin böyle parlak dosyalar hazırlaması bile, giyim-kuşamın çağlar boyu değişen, antropolojik, sosyolojik, psikolojik, sanatsal boyutlarını kavramak için yeterli değil elbette. Örneğin Richard Sennett’in Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ‘Kamusal İnsanın Çöküşü’ adlı yapıtında, insanın kamusal ve özel hayatındaki değişimleri ve bunun etkilerini incelerken giyim-kuşama geniş bir yer veriyor olması, sadece sokaktaki insanın giyim tercihlerine bakarak bile, o toplum hakkında ne gibi sonuçlara varılabileceğini ayrıntılı bir biçimde gözler önüne seriyor olması önemli. Ve işin ilginç tarafı, Sennett, giyim-kuşam meselesini irdelerken Balzac’ın romanlarından yola çıkıyor. Yani, Balzac’ın romanlarına bakarak 19. yüzyıl kamusal dünyasını, karakterlerinin giyim tarzları aracılığıyla görmenin mümkün olabileceğini göstermesi de edebiyatın sosyal bilimlere yaptığı katkılar için güzel bir örnek oluşturuyor bence.

Gördüğüm kâbusu, çeşitli kaynaklar ve gözlemlerle irdeledikçe, kâbusun üzerimdeki etkisi de artıyor ister istemez. Kapitalizmin ruhsuzluğuna ve tektipleştiren doğasına karşı koyamadığımız sürece, tekdüze ve yavan bir hayatın içinde çürüyüp gidecek içimizde pek çok şey.

Bülent Usta (Birgün, 20 Ağustos 2008)

0 yorum: