KOPUP GELEN SANAT

Posted: 6 Ağustos 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

"Dur dedim, Süleyman kendine gel! Kendini sanatçı sanıyor. Leyla sanat bir tutumdur her şeyden önce, bir davranış. Kopulması gerekenden kopmadıkça resim yapılabilir mi!” Böyle yazmış Oktay Rifat, YKY tarafından yeniden yayımlanan ‘Bay Lear’ adlı romanında. Evet, Shakespear’in ‘Kral Lear’ını çağrıştıran bir roman ‘Bay Lear’.

Kopuş olmadan sanat olmaz gerçekten de. Hatta insanın kendisinden de koptuğu anlarda gizlidir sanki sanat. Bir resim, bir film, bir dize seni senden koparıp alamadığı sürece, ne kadar sanattır ki zaten. Ama Oktay Rifat, kopuş derken başka bir şeyi kast ediyor sanki. Çünkü o cümlenin devamı şöyle geliyor: “Tüccar bir kocanın aldığı boyalarla neyin resmini yapacaksın!” Tüccar bir koca, devlet baba vb...

Sanatçı, kopuşların insanı olduğu için belki de güvenilmez ilan edilmiştir tarih boyunca sıklıkla. Özellikle yaşadığı toplumdan bile kopması, onu tehlikeli bir sürecin içine sokar. Adının başına hain sıfatı hemen yapıştırılabilir örneğin Ama ne var ki yaşadığı toplumdan kopmadan, nasıl görebilir ki yaşadığı toplumun gerçeğini.

Ve ‘Bay Lear’dan alıntı yaptığım gibi “sanat bir tutumdur her şeyden önce, bir davranış” tespiti de sanatın sadece üreten ve tüketen arasındaki bir ilişki halinden öte bir şey olduğunun altını çiziyor Oktay Rifat. Bir memur hayatına da sahip olsanız, memur zihniyetinden köklü bir kopuş yaşamadığınız sürece ne kadar sanatçı olabilirsiniz ki. Örneğin Kafka, yaşamını memurluk yaparak sürdürse de yazdıkları memur zihniyetinin tam zıttı şeylerdi. Hatta bir iş olarak yaptığı memurluk, edebiyatını besleyen bir şeye de dönüşmüştü, hem içinde olup hem de kolayca dışına çıkıp gözlemleyebildiği için. Yani illa da fiziksel bir kopuş da gerekmiyor, içinde olduğunuz halde dışına çıkıp görebildiğiniz sürece. Ama günümüzde iç ve dış birbirine girmiş gibi geliyor bana, tıpkı ‘Bay Lear’ romanında olduğu gibi. Oktay Rifat, handiyse bir oturuşta yazdığı bu romanında, iç monolog sürecini dış gerçeklikle bir arada, gündüz görülen bir düşü anlatır gibi yazmış çünkü.

Romandakinden farklı olarak, günümüzde iç gerçekliğin, dış gerçeklik tarafından işgale uğradığını, hatta romandakinin tam tersi bir biçimde bu sürecin yaşandığını düşünüyorum. Çünkü, Oktay Rifat romanında düşünceyi öne çıkartıyordu dış gerçekliğe karşı. Çeşitli iktidar aygıtları aracılığıyla kuşatılmış ve şekil verilmeye çalışılan bireyin açmazları ve sorunları, sanatın görmezden gelemeyeceği bir mesele olmuştur çünkü. Nasıl giyineceğimizden ya da nasıl davranacağımızdan başlayıp nasıl düşüneceğimize kadar gelişen bu süreç içinde sadece belli türde ve onaylanmış sanatçı ve sanat ürünlerinin yaygınlaşmasına zemin hazırlanmasının kökeninde de bu yaklaşım yatıyor. Oktay Rifat gibi yazarların iç monolog ya da bilinçakışı teknikleriyle yazmalarının nedenine belki bu açıdan bakılabilir, diğer yazınsal kaygılar dışında. Ya da Beckett, Woolf vb. yazarların yapıtlarında başarmak istedikleri şey bu muydu acaba?

Bireye düşman bir anlayışın, sanata dost olması mümkün müdür? Faşizmin korktuğu bir şeydir birey olmak. Ama asıl mesele de nasıl bir bireyin istendiği? Kapitalizmin dayanışmadan ve empatiden uzak bencil bireyi mi araştıran, sorgulayan bir özne olarak kendini yaşadığı toplumda konumlandıran bir birey mi? İşte, bunun mücadelesi de, siyasette olduğu gibi sanatta da yaşanmaktadır. Yakınlarda izlediğim bir belgeselde, genç bir kız “biz tüketim topluma içine doğduk. Başka türlü nasıl yaşanılacağını bilmiyoruz ki” demişti. Sanat, ancak kendi kopuşlarını başarıyla gerçekleştirmiş sanatçıların yapıtlarıyla “başka türlü nasıl yaşanılacağını” gösterebilecek tek güç belki de. Raoul Vaneigem, Guy Debord gibi sitüasyonistlerin, gündelik hayata müdahale ederek dönüştüren bir sanat anlayışı peşinde koşuyor olmaları ve sanata böyle bir misyon yüklüyor olmaları bu açıdan oldukça anlamlı.

Sanatı sadece bir vakit öldürme ve eğlence aracı olarak görmeyen bu anlayışın yaygınlaşması bana oldukça önemli geliyor. Ama her şeye rağmen, sanatın aynı zamanda eğlenceli bir şey olmasını da önemsiyorum. Örneğin bugünlerde Can Yayınları’ndan çıkan Javier Marias’ın ‘Yazınsal Yaşamlar’ adlı kitabı, hem bilgilendirici hem de çok eğlendirici bir kitap. Özellikle bu sıcak yaz günlerinde bir solukta okunabilir. İspanyol romancı ve deneme yazarı Marias, rastgele seçtiği, artık yaşamayan ünlü yazarların özel hayatlarına girmiş bu kitabıyla. Faulkner’dan Joyce’a, Turgenyev’den Rilke’ye pek çok ünlü edebiyatçının insan olarak zaaflarını, aşklarını, tuhaflıklarını, biraz dedikodu yapar gibi, biraz da romancı oluşundan kaynaklanan kurmaca yetisiyle bizim için görünür kılmış. Özellikle, kitabın sonunda yer alan, kendi kartpostal koleksiyonunda yer alan yazar pozlarına bakarak yaptığı çözümlemeler müthiş. Bir fotoğrafın neler anlatabileceğine bir romancının gözünden tanık olmak oldukça keyifli. Tabii bir de yazarın ironik anlatımından kaynaklı ısırgan dilinin, insanı sık sık gülümsetmeyi başarması da cabası. Ama bu kitabı okuduktan sonra, bahsi geçen yazarların yapıtlarına tekrar eğilme ihtiyacı da duyabilirsiniz.

Bülent Usta (Birgün, 6 Ağustos 2008)

0 yorum: