OTOPSİ SALONUNDAN ÇIKARKEN

Posted: 3 Eylül 2008 Çarşamba by bülent usta in
0

Bir köy doktorunun hikâyesini okuyorum. Agora’dan çıkan John Berger ve Jean Mohr’un “Talihli Bir Adam-Bir Köy Doktorunun Hikâyesi” adlı kitabını… Bir köy doktoru olan Sassall’ın hayatına Berger’ın kalemi ve Mohr’un fotoğraf makinesi aracılığıyla konuk olurken, çocukluğuma da gittim ister istemez. Çünkü annem uzun yıllar köylerde ebelik, babam da köy öğretmenliği yapmıştı. Hatırladığım şeyler, gece vakti bir köy evinde annem doğum yaptırırken bir sandalyenin üzerinde uyumamak için direndiğim anlara dairdi daha çok. Babamın, biraz da edebiyatçı olmasından kaynaklı olarak köy öğretmenliği yaparken yaşadıklarını bir öykücü titizliğiyle anlattıklarını hatırladım sonra. Okuduğum kitaptaki Doktor Sassall, bu yüzden bazen annem oluyordu, bazen de babam…

Aslında bu kitabı benim için özel kılan bir başka şey de antropoloji öğrencisiyken köy antropolojisi dersi için yaptığım alan araştırması. Benim gibi öğrenci bir arkadaşla birlikte Uşak’ın bir tütüncü köyüne gitmiştik. O köyde bir ay kalıp, köy yaşantısını antropolojik açıdan belgeleyecek ve bitirme tezi hazırlayacaktık. Köylüler bizi önce kabullenmemişti. Çünkü kaç tane tavukları olduğundan, nasıl evlendiklerine kadar her şeyi ayrıntılı bir biçimde sorgulayıp belgeliyorduk. Bu türden bilimsel araştırmalara alışık olmadıkları için bizi vergi memuru, MİT mensubu ve daha pek çok şey olarak görmüş ve ne kadar dil döksek de bırakın sorularımızı yanıtlamayı, bize selam bile vermemeye başlamışlardı. Alan araştırması kilitlenmiş ve biz köylülerle nasıl yakınlaşacağımızı bilemiyorduk. Sonra köyün girişinde ihtiyar bir köylünün kurutmak için üzüm serdiğini gördük ve gidip ona yardım ettik. Tütünden traktörlerle dönen köylüler bizi çalışırken görünce bize karşı birden yumuşamışlardı. Onlardan birisi olmuştuk o günden sonra. Ve o bir aylık çalışmadan sonra, köylülerle o kadar iyi dost olmuştuk ki, köyden ayrılırken arkamızdan göz yaşı dökenler dahi olmuştu.

Bizim, köyde antropolojik çalışma yapmamızın nedeni, antropolojinin daha küçük insan gruplarıyla çalışmayı tercih etmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü küçük gruplar, büyük sosyal gruplara göre daha az karmaşık ilişkilere sahip olduğu için, insana dair veriler daha dolaysız biçimde görünür haldedir sosyal yaşantı içinde. Ama bu, insanın taşrada daha az karmaşık olduğu anlamına gelmez. Sadece insan gerçeğinin karmaşık doğası daha yalın bir biçimde gözlemlenebilir bu sayede. Hatta taşrada insan gerçeğini en iyi biçimde öykülerine yansıtan Cemil Kavukçu’nun Can Yayınları’ndan çıkan “Mimoza’da Elli Gram” adlı kitabının başarısı da taşranın sağladığı bu kolaylıkla açıklanabilir belki.

Bir kentli, taşrayı huzurlu bir yer olarak düşünür manzaraya bakarak. Ama Kavukçu da, Berger da taşrada hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğinde birleşiyor. O sessiz sakin manzara aldatıcıdır. Hırslar, hayaller ve hayal kırıklıklarının huzursuz ettiği tedirgin ruhlarla doludur taşra da… O yüzden anlatılan sadece taşra değil, insanın karmaşık doğasıdır.
John Berger, yetmişlerden bu yana küçük bir köyde yaşıyor. Belki de bu yüzden bu kadar canlı bir gözlem ve görselliği çok iyi kullanan bir dil ile bu kitaptaki denemeleri oluşturdu. Jean Mohr’la daha önce de çalışmıştı Berger ve birbirlerini ne kadar iyi tanıdıkları ve bir manzaraya bakarken neyi aradıklarını çok iyi bildiklerini kitapta görmek mümkün. Mohr’un fotoğrafları, Berger’ın sözcüklerine ayrı bir derinlik katıp bütünlemiş neredeyse. Hatta yazıyı yazanın da, fotoğrafları çekenin de aynı kişi olduğunu bile düşünebilirsiniz.

Berger, Gramsci ya da Goethe gibi kişilerden çeşitli alıntılar da yapmış kitapta. Goethe’den yaptığı şu alıntıyla karşılaşmak beni çok etkiledi: “İnsan kendini ancak dünyayı tanıdığı ölçüde bilir. Dünyayı da ancak kendi içinde bilir ve ancak dünya içinde kendisinin farkındadır. Gerçekten tanınan her yeni nesne, kendi içimizde yeni bir organın önünü açar.” Goethe’nin bu sözünü okuyunca yaşadığımız trajedinin nedeninin bu olduğunu düşündüm. Dünyaya karşı ilgisini yitirmiş insanların kendilerine olan ilgilerini de kaybetmeleri… Bu yüzden “savaş!” denilince savaşan, “çalış!” denilince çalışan ve hayatlarını kolayca harcarken dünyayı da cehenneme çeviren kayıtsız insanların kötü talihiyle… Bu yüzden “talihli bir adam” olan Doktor Sassall beni çok etkiledi. Onun aracılığıyla astımlı bir kızla iletişime geçmek, ölmek üzere olan bir ihtiyarın iç dünyasına girmek, bir orman işçisinin yaralı bacağı üzerine düşünmek ve bunu Doktor Sassall’ın yaşam felsefesi içinden yorumlamak ufuk açıcıydı gerçekten. Ama Sassall’ın bir de itirafı var kitabın sonunda yer alan: “Bana her ölümü hatırlatışlarında –ki bu her gün olur- kendimi düşünür ve bu sayede işime daha çok sarılırım.”

Otopsi salonuna ilk defa girdiğim günü hatırlıyorum. Onlarca ceset, çoğu şişmiş… Yanarak ve boğularak ölenler… İhtiyarlar, gençler ve çocuklar… Çocuk cesetleri etkilemişti beni en çok. Bir de genç bir işçinin karnını açtıkları zaman, midesinin boş olduğunun söylenmesi... Doktor, midesinde bir şey bulunamadı diye not düşmüştü raporuna. Otopsi salonunda bayılan öğrenciler olmuştu. Özellikle kentlerde yaşayanlar ölüm gerçeğine o kadar yabancıydı ki. Köylerde yaşayanlar yaşamın doğum ve ölüm döngüsüne en azından besledikleri hayvanlar aracılığıyla tanık olabiliyorlar. Kentlerde ise doğum ve ölüm hastanelerde kapalı kapıların arkasında yaşanıyor çoğunlukla. Bu yüzden ölüm ve ölüler ürkütücü geliyor çoğu kişiye. Benim için de ürkütücüydü. Tek tek cesetlerin yüzlerine baktığımı hatırlıyorum.

Şöyle düşünmüştüm otopsi salonundan çıkarken: Aslında insanlar bu otopsi salonuna bir kere uğramalı. Eğer ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilirlerse, kimse kimseyi öldürmez. Sanırım bu önermeyi çürütecek çok sayıda örnek de var. Ama benim yaşadığım his böyleydi oradan çıkarken. Bu yüzden Doktor Sassall’ın yaşadığı o hissi, çok iyi anlıyorum.

Bülent Usta (Birgün, 3 Eylül 2008)

0 yorum: