RÖGAR KAPAKLARINDAN YÜKSELEN ÇIĞLIK!

Posted: 23 Eylül 2008 Salı by bülent usta in
0

Şairin dediği gibi, insan yaşadığı yere benzer biraz. Birbirine benzeyen sitelerle dolup taşan, sokakların bir yaşam alanından geçiş güzergâhına dönüştüğü, yayalar için yapılan kaldırımların park edilen otomobillerle dolup taştığı, rögarlara çocuk cesetlerinin kapak olduğu bir kentte yaşayan bizler de neye benzeyeceğiz acaba bu gidişle? Şehirlerimizin şirket yönetilir gibi yönetileceğini düşünen siyasetin, sadece kentlerin ve mekânların ruhuna zarar verdiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Örneğin edebiyat, artık kaldırımda yürüyüp kaldırımlara şiirler yazacak, gözlerini kapatınca kuşların uçuşunu dinleyecek şairlerden mahrum kalacak bu gidişle. Göstermelik parklarda o şairlerin heykelleriyle yetineceğiz ki heykellerinin bile rahat bırakılmayıp çalındığına da tanık oluyoruz.

‘İskenderiye Dörtlüsü’nün yazarı olan Lawrence Durrell’ın Can Yayınları’ndan çıkan ‘Mekân Ruhu’ adlı, mektuplarından, gezi yazılarından, şiirlerinden ve denemelerinden, hatta bazı roman parçalarından oluşan kitabını okurken bir kere daha yaşadığımız mekânlar üzerine düşünürken buldum kendimi. Aslında Durrell, mekâna öyle bir anlam yüklüyor ki “nasıl belli bir bağdan, ayırt edilebilir özellikleri olan belli bir şarap elde edilirse, bir İspanya, İtalya, Yunanistan da her zaman aynı türde kültür üretir” diyebiliyor. Bunun tersi mümkün olur mu diye düşündüm, eski İstanbul semtlerinde bulunan fastfood ya da benzeri yapılara bakarak. Hatta Durrel, tüm Fransızları Fransa’dan sürüp yerlerine Tatarları getirdiğiniz zaman, iki kuşak sonra Tatarların da Fransızlara benzer bir hayat süreceklerini, benzer bir kültürel yapı üreteceğini iddia ediyor kitapta yer alan denemesinde. Yani önceliği ırksal özelliklere değil de mekânın ruhuna veriyor. Acaba öyle mi gerçekten? Çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış Anadolu’da ya da ormanların çığlıklar atarak yandığı Ege sahillerinde nasıl bir uygarlık gelişiyor sizce? Yoksa kapitalizmin ruhu, mekânların ve insanların ruhunu çalarak ölü bir ruh mu serpiyor bu toprakların üzerine?

Durrell’a itiraz ettiğim noktalar olsa da mekânların ruhunun o mekânlar içinde yaşayanlar üzerindeki etkisinin büyük olduğu da bir gerçek. Şu an bu yazıyı evimde değil de işyerimde ya da bir kahvehanede yazıyor olsam cümlelerim dahi değişebilirdi. Trabzon’da, Kayseri’de ya da İstanbul’da yazıyor olmak da... Ama kitapta Durrell’ın mekânlarla etkileşime girme yöntemi ve romanlarında mekânları nasıl bu kadar başarılı bir biçimde kullanabildiğinin izlerine de rastlamak da mümkün. Mesela bazı yazarların ve gezginlerin aceleciliğinden şikâyet ediyor Durrell. Çünkü bir mekânın ruhuyla etkileşime girmek isiyorsanız sabırlı olmanız gerekir. Hatta zihninizi tamamen boşaltıp gözlerinizi kapatarak içinde bulunduğunuz mekânı hissetmeye çalışmalısınız. Örneğin her Haydarpaşa Garı’na gidişimde, garın tam ortasında durup gözlerimi kapatırım. Tuhaf bir yoğunluğu vardır bu yapının. Sanki onlarca yıldır Dünya’nın farklı bölgelerinden trenlerin taşıdığı, hayatta olan ya da olmayan binlerce insanın hayallerini, hayalkırıklıklarını, özlemlerini, vedalaşmalarını, kavuşmalarını, seslerini, kokularını biriktirmiş gibidir içinde.

Eski yapılar, neden daha çok hüzünlü gelir bize? Eski olduğu için mi? İyi ama neden eski olduğu için? Çünkü eski olan her şey, içinde bir şeyler biriktirir ve biriktirdiği şeyler artık biriktiği yerden taşıp dile gelir. Dile gelen şeyler, savaşlar ve acılarla dolu insanlık tarihi gibi, pek de neşeli şeyler olmaz tabii ki. Yani Haydarpaşa Garı, artık sadece taştan yapılmış bir yapıdan daha fazla bir şeydir. Şirketleşmiş belediyelerin birer para kaynağı olarak gördüğü ya da salt turizm sektörünün hizmetine sunulacak bir süs nesnesinden fazla bir şey. Her gün geçtiğimiz sokaklar, o sokaklardaki ağaçlar artık başka bir şeydir. Etrafımızı saran o ruhsuz betonarme binalarla dolu, ağaçların ve gökyüzünün azaldığı bir kentte bizleri nasıl bir hayatın beklediğini tahmin etmek zor değil.

Kent denilince akla gelen ilk kitaplardan birisi de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Lewis Mumford’ın ‘Tarih Boyunca Kent’ adlı kitabı. Antik kentlerden ‘görünmez kent’lere doğru yol alan süreci, Mumford ayrıntılı bir biçimde tartışıyordu bu kitabında. Eğer kentleşme, kapitalizmin ruhuna uygun bir biçimde devam ederse, Mumford’ın kehanetlerinin bir bir gerçekleştiğini görebiliriz. Kapitalizmin organik-üstü kentleşme anlayışı yüzünden, bilimkurgu filmlerinde rastladığımız makinelere ve tek bir ‘akıl’a mahkûm olacağız gelecekte. Çünkü bu tek akıl, modernleşmeyle birlikte tüm dünyayı insanlaştırmayla ve diğer canlıları insanların kölesi yapmakla başladığı işi, insanları makinelerin kölesi haline getirip dünyayı yok ederek bitirecek. Mumford, bu tehlikeye karşı, kentlerin ilk kuruldukları zamanki temel mantığına dönülmesini ve kentlerin bu temel mantık üzerinden yeniden oluşturulmasını talep ediyor kitabında: İnsanlığın yine kentleşme sayesinde kazandığı ‘duygusal paylaşım’, ‘rasyonel iletişim’, ‘teknolojik ustalık’ ve ‘dramatik temsil yoluyla hayatın bütün boyutlarını büyütebilme’ yeteneği ve ‘kültürü’ne yeniden dönülmesi ve ‘tek akıl’ın terk edilerek özgürlükçü yaklaşımlarla politikaların yeniden üretilebilmesi. Yoksa, kentleri yıkıp mağaralara dönelim demiyor. Şirketleştirilen belediyeleri halklaştıracak Terzi Fikriler çıkmadıkça, mağaralara dönmesek bile, kentlerde bir tür mağara hayatı süreceğimiz de bir gerçek.

Yürürken gözlerim hep rögar kapaklarına takılıyor. Sanki bir çığlık duyuyorum o kapakların altından yükselen. Emin olmak için durup Durrell’ın önerdiği ve Orhan Veli’nin yaptığı gibi gözlerimi kapatıyorum. İstanbul’un çığlığını dinliyorum gözlerim kapalı.

Bülent Usta (Birgün, 17 Eylül 2008)

0 yorum: