KEŞFETMEYİ KEŞFETMEK

Posted: 11 Şubat 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

“Hoşça kal, kafamı dinlemek için başımı kovaya sokacağım. Büyük adamlar böyle yapar -en azından- 1) bir kafaları; 2) bir başları; 3) başlarını sokacak bir kovaları olduğunda.”

Bu alıntı, bir mektuptan… Bir aşk mektubundan… Kitap-lık dergisinin son sayısında, Fernando Pessoa’nın Ophélia’ya mektuplarından örnekler yer alıyor, Sema Rifat çevirisiyle… Pessoa, dünya edebiyatının en gizemli yazar ve şairlerinden birisi olmasa, bu aşk mektupları bu denli ilgimi çekmeyecekti belki de… Tanınmamak için, eserlerini onlarca farklı isimde yazmış, yapıtları ölümünden sonra yayımlandığında, tıpkı Kafka’nın eserleri gibi edebiyatı derinden sarsmış bir yazar Pessoa… Alvaro De Campos, Ricardo Reis, Alberto Caeiro, Fernando Pessoa’nın kullandığı isimlerden birkaçı… İşin ilginç tarafı, Pessoa’nın her kullandığı isme bir yazar kimliği giydirebilmiş olması.

Kitap-lık dergisinde örnekleri yer alan bu mektupların, yakın zamanda Sel Yayıncılık tarafından kitaplaştırılacağı bilgisini de verelim. Nasıl ki Kafka’ya dair pek çok bilgiyi Milena’ya yazdığı mektuplardan öğrendiysek, Pessoa’nın Ophélia’ya yazdığı mektuplar da, bu sıradışı, gizemli yazarın iç dünyasına girme fırsatı verecek bize.

Aslında Pessoa’nın yaşadığı bu aşk, daha çok mektuplar aracılığıyla süren bir aşk… Mektupları okurken, Kafka, Nietzsche ve daha pek çok yazar ve düşünürün yaşadığı aşklar da gözümün önünden geçti ve hepsinin uzun süren nişanlılıklarının, kaygılarının, korkularının ne kadar birbirine benzediğini düşündüm. Sanırım onları birbirine benzer kılan neden, Sema Rifat’ın dergideki yazısında dile getirdiği gibi, yaşamlarının yapıtlarının etrafında dönmesi, geri kalan her şeyin ikinci planda kalması… Onlar, yapıtları için yapıtlarıyla yaşadılar ve o yapıtlarda da yaşamaya devam ediyorlar. Hani Bilge Karasu’nun ‘Göçmüş Kediler Bahçesi’ adlı kitabında, balık avlamaya çıkan balıkçının, balık tarafından avlandığı bir sahne vardır ya… Balık, önce balıkçının kolunu yutar, daha sonra yavaş yavaş tüm bedenini… Görünürde balık filan yoktur, ama balık tarafından yutulmuştur balıkçı… Edebiyat da, o balık gibi pek çok yazarı, şairi indirmiştir midesine… Tabii edebiyatın hazmedemeyip kustuğu yazarlar da vardır. Hatta günümüz edebiyatı, hem piyasalaşma sürecinin bir yan etkisi olarak, hem de günü geçmiş ya da bozulmuş yazar ve şairler yüzünden ishal olmuş durumda. Ama Pessoa’yı yutan edebiyatın, zevkten dört köşe olduğu kesin…

Pessoa’nın mektuplarındaki kıskançlık, paranoya, keder ve öfke dolu satırları, Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’ adlı romanını da anımsatıyor bir yandan. Can Yayınları, Sabri Gürses çevirisiyle yeni basımını yaptı, ‘Beyaz Geceler’in. Dostoyevski’nin ustalığa adım attığı bu eserin, bir hayalperest olarak Dostoyevski’nin iç dünyasına girmemize olanak sağlaması ve aşkın o çok boyutlu evreninde coşkulu bir gezintiye çıkarması büyük şans… Bazı eserleri, dönüp dönüp okumalı insan. Yaşamın hızı içerisinde elimizden kayıp gidiyor çünkü pek çok şey… Romandaki hayalperestin sorduğu soruları, kendimize sormaktan korkmamalıyız: “Nerede hayallerin? Ne yaptın bunca yıl? En iyi zamanlarını nereye sakladın? Yaşadın mı, yaşamadın mı? Baksana, yeryüzü nasıl soğuyor.” Yeryüzünü soğutan şey, aşksızlıktan başka bir şey değil…

SESSİZLİK KALIR...

“Sesler gelir, gider, ama sessizlik kalır. Hareket eden bir şey, parlayan bir ışık, bir gürültü daima vardır, ama sonra durur ve sadece koyu sessizlik kalır. Karanlıkta bekliyorum, yağmurda, yağmurdan başka ses yok.”

Gecenin kenarında dışarıda yağan yağmurun sesini dinlerken, okuduğum bir kitapta rastladığım bu sözler Robert Lax adlı bir şaire aitti… Eğer yağmur yağmamış olsa ve yağmurun sesi dışında başka bir ses duysaydım, belki de Lax’in ne demek istediğini anlayamazdım. Anlamak sadece bilmekle ilgili değil çünkü… Ama eminim herkes bir biçimde, Lax’in bahsettiği o sessizliği derinden hissederek ya ürkmüş ya da bir şeylerin gözlerinin önünde aralandığına tanık olmuştur.

Lax, Amerikalı bir şair ve bu sözleri, üniversiteden mezun olup gezici sirkler dahil pek çok işte çalışıp pek çok yeri gezdikten sonra, 2000 yılında ölene kadar yaşadığı, daha doğrusu inzivaya çekildiği Yunanistan’daki Patnos adasında, G. N. Humbert ve W. Penze’nin ‘Three Windows’ adlı filminde söylüyor. Sözleri aktaran da, bugünlerde Sel Yayıncılık’tan ‘Mokusei!’ adlı romanı çıkmış olan Cees Noteboom… Bu incecik aşk romanını okuduktan sonra, Noteboom’un yine aynı yayınevinden çıkan ‘Gezginin Oteli’ adlı kitabına döndüm ister istemez ve bu sayede Robert Lax’le de tanışmış oldum, yağmurlu bir gecede…

Peki, Nooteboom gibi, tüm hayatı neredeyse yolculuklarda geçmiş, ne yazarsa yazsın, yazdığı her şeyin bir gezginin defterine düştüğü notlar gibi okunabileceği bir yazar, neden kitabının sonunda Robert Lax’in sessizliğine varıyor? Tüm yolculuklarının, tüm o görüp tanıdığı yerleri kaydederek sürdürdüğü yaşamının varmak istediği yer, belki de Lax’in bahsettiği o sessizlik… Ya da sessizlikten, durmaktan, kısacası ölümden duyduğu o korkudan kaçıyordu belki de… Kitabın daha başlarında, aslında ne kadar yolculuk yaparsa yapsın, daima evde, yani kendinde olduğunu da itiraf eder Nooteboom... Yaptığı tüm yolculuklar kendinedir, uzaktaki kendisine… Okuma ve yazma uğraşısı da başka iç ve dış dünyalara yapılan bir yolculuk olduğuna göre, yağmurlu bir gecede, ‘Gezginin Oteli’ne sığınıp Nooteboom’la derin bir sohbetin içinde kendimi bulduğumu söylesem, yalan olmaz herhalde. Nooteboom, bir kedinin bulunduğu mekânı, nesneleri keşfettiği gibi, önyargılardan arınmış bir halde, saf bir merak tutkusuyla geziniyor, şehir şehir, otel otel… Onunla sadece yeni yerler değil, keşfetmenin kendisini de keşfediyor insan.

Albert Camus’den okumuştum; Cezayir’in Oran kentinde yaşayanlar, uzun yıllar yaşadıkları yerin deniz kenarında bulunduğundan habersiz yaşamışlar. Çünkü denizle aralarında bir dağ varmış ve kimse o dağın arkasında ne olduğunu merak etmemiş.

İçlerindeki denizden habersiz yaşayanlar için, keşfetmeyi keşfettiren değil midir edebiyat?

Bülent Usta (Birgün, 11 Şubat 2009)

0 yorum: