DÜŞEN YILDIZLARI YAKALAMAK

Posted: 4 Şubat 2009 Çarşamba by bülent usta in
0

Yunanistan’daki olaylara ya da Türkiye’de yaşanan sürece bakınca, Giorgio Agamben’in Metis Yayınları’ndan çıkan “Nesir Fikri” adlı kitabının “Evrensel Yargı Fikri” adlı bölümünde bahsettiği bir sahne canlandı gözümün önünde. Hayali bir kurgu içinde Tanrı’nın insanları nasıl yargılayacağını anlatıyordu… Sırayla önce sanık, sonra savcı, sonra hâkim sandalyesine aynı kişinin oturduğu, ara verene kadar da bu döngünün devam ettiği bir mahkeme salonu…

Agamben’in “Nesir Fikri” adlı kitabı, onu daha çok siyaset teorisi alanındaki yazı ve kitaplarından tanıdığım için, son zamanlarda yaşadığım en şaşırtıcı keşiflerden birisi oldu. Şaşırtıcılığı, utançtan ölüme, politikadan esin perisine kadar çok geniş bir alan içinde, felsefeden edebiyata çeşitli alanlardaki düşünürlerle diyalog kurarak ortaya attığı fikirleri, fabl, aforizma, bulmaca ya da şiir gibi çeşitli formların içinden tartışması…

Örneğin kitapta yer alan “Komünizm Fikri”nde, “düşlerini gerçekleştirmiş birinden daha sıkıcı bir şey yoktur” diyerek şöyle devam ediyor: “İnsanlığın gerçekleşmemiş düşleri ve arzuları, dirilişin son günü yeniden uyanmaya her daim hazır, sabırlı azalarıdır. Onlar gösterişli mozolelerde yatmıyorlar; dilin en uzak cennetinde, sönmemiş yıldızlar gibi sabit duruyorlar –takımyıldızlarını güçbela seçiyoruz. Ve bunu, en azından, biz düşlemedik. İnsanlığın o hiç düşlenmemiş semasından düşen yıldızların nasıl yakalanacağını bilmekse komünizmin görevi.”

Sadece komünizmin sahip olabileceği bu görevin coşkusunu hissedenlerin azlığını, var olan komünist ve anarko-komünistler arasında görmek bile zorlaşmışken, bu coşkudan bihaber yaşayanlar için üzülmek anlamsız. Ama yine de, “insanlığın o hiç düşlenmemiş semasından düşen yıldızları” yakalamak için çaba göstermenin kendisi bile olağanüstü bir keyif. Bu keyfi, bir azaba dönüştürmek için türlü kötülükler yapılsa da, gerçekçi olmak adına düşleri kâbus gibi göstermeye çalışanlar kadar başarılı olamadılar. Eğer yaşadığımız çağ, pornografi gibi yavan ve gayretkeş bir çağa dönüştüyse, insanlığın “aşk”ı galip kılacak düşen o yıldızları yakalamasından başka bir çaresi yok. Ama önce, yıldızları görmek gerek… Felsefe, sanat niye var zannediyorsunuz…



SİNEMA FİKRİ

Bugünlerde inanılmaz güzel kitaplar yayımlanıyor. Bütün bir hafta coşkulu bir biçimde, yeni çıkan kitapların koridorlarında koşturup durdum… O koridorlardan sinema koridorunda Stanley Kubrick ve Nuri Bilge Ceylan karşıladı beni. Biri, Agora Kitaplığı’ndan Gene D. Phillips’in derlediği ve Neşfa Dereli’nin çevirdiği “Stanley Kubrick” adlı kitapta, diğeri de Norgunk Yayıncılık’tan çıkan Alpagut Gültekin’in yayına hazırladığı Nuri Bilgi Ceylan’ın “İklimler” adlı aynı adı paylaşan filmini konu edinen kitapta çıktı karşıma.

Stanley Kubrick ile Nuri Bilge Ceylan sineması arasında elbette büyük farklar var. Ama ikisinin de ortak noktalarından birisi, çalışma yöntemleri… Çünkü senaryodan post-prodüksiyona kadar yaptıkları filmin her aşamasını yönetmek isteyen, sinemalarını bir fikir etrafında örmeyi seven, daha doğrusu bir sinema fikrine sahip sinemacılar. Yani yönetmen olmak için sinema yapan değil, sinema yaptıkları için yönetmen olanlardan. Şair olmak için şiir yazanlarla, şiir yazdığı için şair olanlar arasındaki o büyük farkın bilmem farkında mısınızdır?

Norgunk Yayıncılık’ın, sadece bir film üzerine, böylesine özenerek bir külliyat ortaya koyması, diğer sinemacılarımızı da eminim kıskandıracaktır. Ve umarım bu tür kitaplar yayımlamayı sürdürürler. Çünkü Agora Kitaplığı’nın hem klasikleşmiş kuramsal kitapları, hem de sinemaya yön veren yönetmenlere dair yayımladığı çok değerli kitaplar gibi, sinemamız sadece film çekerek değil, sinema üzerine düşünmemizi sağlayacak kitaplarla bir yerlere varacak.

Kubrick, Agora’dan çıkan kitaptaki söyleşilerinden birisinde, “Ben fikir üretiyorum –sinema yönetmeninin temel işi budur” diyor. Kubrick’in bu sözünü okuyunca, aklıma Agamben’in bahsettiğim kitabı geldi. Bir “Işık Fikri”nden bahsediyordu Agamben. “Işık” diyordu “karanlığın kendine gelmesinden başka bir şey değildir.” Çünkü, karanlık bir odada ışığı açınca, “karanlık oda, aydınlanan odanın yegâne içeriği”ne dönüşür. Sinema ve hayat arasındaki ilişkiyi, bu “ışık fikri”yle düşünebiliriz belki… Sinema, hayatın kendine gelmesinden başka nedir ki?

Zaten Stanley Kubrick, yine kitapta yer alan Penelope Houston ile 1971’de yaptığı söyleşide, “gerçek ile kurgu arasında derin bir uçurum var ve insanın film seyrederken yaşadığı tecrübe, olsa olsa rüya görmekle kıyaslanabilir” diyor. Aksi halde onun “Otomatik Portakal” adlı filmindeki kahramanının başına gelenleri izlerken keyif alamazdık. “Otomatik Portakal”, bildiğiniz gibi Anthony Burgess’in bir romanı… Söyleşi boyunca, romanın filme dönüşmesinin sihirli sürecine tanık olmak da bir başka keyif… Bir filmin ortaya çıkması için, önce bir fikir etrafında gerçeklerin biriktirilmesi, sonra bu gerçekleri birbiriyle ilişkiye sokacak bir hikâyenin oluşturulması ve bu hikâyenin anlatılabilmesini sağlayacak araçların yaratılması gerekiyor ki, tüm bu aşamaların hepsi ayrı bir öneme sahip. Kötü film dediğimiz şey, bu aşamaların ya eksik ya da özensiz bir biçimde gerçekleştirilmesi yüzünden oluyor. Kubrick’i bu denli başarılı bir yönetmen yapan şey de, tüm bu aşamaları büyük bir tutkuyla gerçekleştirmesinde aranmalı. İki tane ünlü oyuncu bulup işin içinden çıkmıyor. Filmi ortaya çıkartacak bir fikrin oluşma süreci bile inanılmaz derecede zahmetli olabiliyor. Şovmenlerin ya da tv dizisi yazarlarının, seçtikleri ünlü oyunculara sırtlarını yaslayarak, herhangi bir fikirden yoksun, yaptıkları filmin başarısını gişeyle ölçtüklerini görünce, Kubrick’in neden Kubrick olduğunu daha iyi anlıyor insan.

Şu bir gerçek, fikir sahibi olmayı, fikir üretmeye yeğlediğimiz sürece, düşen yıldızları bizim yerimize hep başkaları yakalayacak…

Bülent Usta (Birgün, 4 Şubat 2009)

0 yorum: